1 Eylül 2015 Salı

Güle Güle Felipe Melo


Mehmet abi (Şenol) facebook hesabında oldukça duygusal, tarih kokan, Galatasaray'ı anlatan bir "Melo'ya mektup" yazmış. Ben onun kadar yazabilir miyim, büyük ihtimal yazamam da gözümüzün önünden Melo'nun kayıp gitmesi ve hiç birşeye yaramayan sanal medya isyanlarımız dışında sadece bu satırlar vasıtasıyla bir güle güle yazısı yazar, kalbimdeki hüznü göz yaşları yerine klavyenin harflerine akıtabilirim diye düşündüm. Belki de acımı artık çok az kalan blog okuyucularıyla paylaşarak azaltmak istedim... Belki bir şekilde Melo bu yazıları okur da, kırgın gittiyse bu ülkeden, hala onun için üzülen, onun yaptıklarına değer veren, onu anlayan insanların olduğunu hisseder diye yazmak istedim... Her neyse işte... Gücü elinde bulunduranlar Melo'yu yolladılar ve biz de biçare kaldık... Üzgün kaldık... Tadımız tuzumuz gitti...

İlk topçu muydu Melo, peki bu kadar bağlandığımız? Ljung'u da çok sevmiştim, Falco'yu da... Koseçki'yi çok da iyi hatırlayamıyorum ama gözümün önüme gelen sağanak yağmurlu bir kış gecesi,balçık gibi İnönü stadında Beşiktaş maçında topu sürüklemesi ve ardından Recep'in ona tekme atmaya çalışması... O da çok sevilmiş tribünlerde ki zamanında yapılan "Kosecki, Kosecki, bitmez sana taraftarın sevgisi, ne Adnan ne Yalman, biz de yokuz Kosecki sen olmadan" bestesini alakasız kez çok defa deplasman otobüsünde söylemişliğimiz var... Gütschow vardı bir de, Kadıköy'de Fener'i dörtlediğimiz maçta efsane olmuştu, Alman ajanı filan diyorlardı, daha bir farklı gelirdi, topçu ve ajan, severdik... Simoviç ve Prekazi'ye de yetişemedik, Bulgaristan'daydık, burada büyümüş olsaydık çocukluk kahramanlarımız olurlardı, orası kesin... Orta sahaya kadar zor degaj atardı ama Stauce de gönlümüzü kapmıştı, fena da kaleci değildi, Şampiyonlar Ligi maçlarında hatırlıyorum daha çok Litvanyalıyı... Hafızayı yoklayınca Van Gobbel geliyor birden aklıma, o da savaşçıydı, pes etmiyordu, o yüzden sevmiştik siyahi topçumuzu...  Saunders'ı ve Souness'in bayrak diktiği Fener maçını da unutmadım tabii ki, Galler'den gelmişti, ufak tefekti ama iyi golcüydü Dean Saunders... Sonra Rumenler geldi, Hagi, Popescu, Filipescu, İlie... Ilie de ansızın satılmıştı da ertesi gün İnönü'de bir İstanbulspor mağlubiyeti sonrası göz yaşı dökmüştüm ardından... Taffarel'i de unutmayalım, değil mi? Mondragon, Perez, Fleurquin, unutulur mu? Saygıdan ancak eğilirim önlerinde... Bir de Radu Niculescu vardı, kaç gol attı hatırlamam, az attı da tek golü şampiyon yapmıştı bizi Samsun'da, Şirinler taraftar grubundan yediğimiz taşlar, başlarda akan kanlar ve Radu'nun golü... Üç yıldızı takmıştık formaya... Felipe, Revivo, Lukunku ve Xavier... Farklı saçları ve sakalıyla Xavier, o da savaşçıydı, tekmeye sokardı kafasını Song gibi... Tomas ve Song... Fener'de formayı yere atıp, Galatasaray'da şampiyonluk için göz yaşları döken Tomas... Ya İliç... Sasa İliç, Partizan tribünlerinin "bayrak adamı" İliç, Adnan Polat tarafından cayır cayır koparılmadı mı Galatasaray'dan... Riberry de geçti, Marsilya çaldı elimizden, hoş çalmasaydı da tutabilecek miydik, orası da ayrı bir muamma... Carrusca için çok dua ettik, iyi çıksın, patlasın, göstersin kendini de olmadı, ama onu da mühürledik kalbimize... Nonda, Nonda, Shabani Nonda, kaç santimdi Nonda, Volkan Demirel iyi hatırlar... Lincoln'e doyamadık, Keita'ya da... Kewell'a hiç doymadık, hep kalsaydı bu memlekette istedik...  Sonrası zaten bizim yeni çocuklar, Sneijder'i, Drogba'sı, Elmander'i, Riera'ası...


Ama Melo dört sene içinde 220 küsür maçta öyle izler bıraktı ki, bu saydıklarım arasında çok farklı bir adamdı işte... Öyle istatistik kağıtlarında bulamazsınız Melo'nun değerini, boşa aramayın, kaç maç oynamış, kaç gol atmış, kaç kilometre koşmuş filan... Onlar sıradan topçuların işi, bazı topçular doğuştan özeldir, savaşçıdır, liderdir... Yenilmezdir Melo gibileri... Kolayca pes etmez, bırakmazlar harbi... Onunla her savaşa girersin, zira bilirsin ki herkes kaçsa, arkanda bir tek Melo kalacaktır... Hatırladık değil mi Kadıköy'de maç çıkışı takım arkadaşları kafalarını tutmuş eğilmiş tünele kaçarken, önde parçalı formayı flama gibi göklerde tutarak  başı dik giden Melo'yu... Ya da takım arkadaşına diklenen biri olduğunda karşısında ilk kimi buluyordu? Ara pas yapmış, gol atmış beni çok cezbetmez de, kalemize giden bir forvetin ayağına ölümüne atlayıp, topu kornere çelmesi sonrası kükremesi yok mu? Çekmiyor muydu en uyuyan taraftarı maça, ya gazlamıyordu sahada eli belinde gezen takım arkadaşını... Bunu yazarken de gözümün önüne geldi, ikili mücadele Melo yere düşüyor, hem de yüzü koyun ve top yanından auta çıkıyor da kafasıyla son bir dokunuş peşinde Melo... Bunu ne diye yazar o paçavra istatistik kağıtları...  Yazmaz... Onlar yazmaz da basın da yazmaz... Hatta "kral çıplak" diyen Melo'yu lince de kalkarlar, köpek derler, terbiyesiz derler, "Beni değil, şike ve ırkçılığı konuşun" demiştir çünkü, çekinmeden... Sıkmamıştır Demirören'in elini... Kaç topçu buna cesaret etmiştir, bırak topçuyu İmparator dediğimiz, baba gibi sevdiğimiz Fatih Terim bile Demirören'in yanına gitmek için bırakıvermişti Galatasaray'ı... Ya Emre'ye "go out" demesi... Acun, Emre, Arda tayfasından çekinmeden, gelecek kaygısı olmadan postalamıştı Belözoğlu'nu Sami Yen'den...Sami Yen demişken ne isterdim biliyor musunuz, Mecidiyeköy Ali Sami Yen kapalısında Melo'yu setlerde görmek... Yakışmaz mıydı?


Galatasaray için penaltı bile kurtarmışlığı olan bu adam gibi adam şimdi Galatasaray'dan ayrıldı...
Hem de hak etmediği bir şekilde...
Neden mi?
Doğru söyleyeni de sevmezler, delileri de istemezler bizim buralarda...
Nasıl mı?
Twitterdan ceza verirler, bir takım arkadaşı sahip çıkmaz, sadece taraftar ve Unal Aysal vardır arkasında.... Yalnızlaştırılır...
Emre Belözoğlu'na rest çeker, medyada istenmeyen adam olur, takım arkadaşları Emre ile gece kulüplerinde "kanki" muhabbeti yapar... Küstürülür...
Her platformda şikeyi dile getirir, Galatasaray'ı savunur,  Demirören'in elini sıkmaz, kendisini bir Allahın kulu savunmaz... Üzülür...
Ameliyat olur, takımı yalnız bırakmamak için 1-2 ay içinde sahaya döner, yatarak primleri, transfer taksitlerini alanlara "takım içi denge" muhabbeti yapılır... Şaşırtılır...
Bir Süper Kupa derbisinde kaçırdığı penaltı vuruşu sonrası üzülürken, Volkan kendisine arkadan tekme atar ve yanında takım kaptanı başta olmak üzere hiç bir takım arkadaşını göremez... Dışlanır...
Her maç sonra televizyon kanallarını parsellemiş Fenerbahçe yanlısı yorumcular programa Melo şöyle diye başlayıp Melo böyle diye bitirirken, bir tane kulüp idarecesi çıkıp, "Yeter artık" diyemez... Sahipsiz bırakılır...
Ve kamuoyunda yaratılan "antiMelo" algısı Melo'nun çocuklarına okulda yapılan fiziki saldırı boyutuna da dönüşür, işin en iğrenci... Öfkelenir...


Kırılır... Öfkelenir... Şaşırır... da taraftar vardır arkasında her zaman... O da bunu bilir... Taraftar da... Bakmayın playstation ile büyüyüp, Rıdvan yorumlarıyla futbol muhabbeti yapan yeni yetmelere, taraftar dedim, taraftar, en harbisinden... "Felipe Melo'nun askerleriyiz" diye avazı çıktığı kadar bağıran, duvarları spreyleyen...


Lakin güç başkalarının elindedir... Yönetim "o gidecek, bu kalacak" der... Mantıklı neden arama, "sebep-sonuç ilişkisi" yazılı kağıtlarında kalmıştır... Kopardılar takımın ruhunu, "ben yenilmem, Galatasaray yenilmez" diyenimizi... Ve bizim "deliyi" bizden koparanlar "gitmek istiyor, gitmek istiyor" diye yaygara kopardılar, günahlarını affettirmek istediler de, "Aklımdan gitmeyi hiç geçirmedim" diyen Melo'nun cümlesini küçücük harflerle geçirdiler hiç okunmayacak yerlerde... Olsun, bir gün Dursun Özbek de gidecek, "Melo bize lazım, onu yollayamayız" diyemeyen Hamza Hamzaoğlu da gidecek ve arkalarından kimse üzülmeyecek, kimse üç beş satır yazmaya tenezzül etmeyecek, herkes yeni gelen başkanı, yeni gelen hocayı mutlulukla, umutla karşılayacak. Oysa "para kazandık" diyerek yolladıkları Melo'nun ardından yüzlerce mektup yazılıyor, binlerce kırık kalp göz yaşı döküyor ve gelecek hiç bir topçunun onun kadar sevilmeyeceğini haykırıyor taraftar...


Öyle işte... Sevdiğimiz adam şimdi İtalya'da eski hocası Mancini'nin yanında... Ama o da biliyor, biz de biliyoruz, onu bizim sevdiğimiz kadar kimse sevmedi, kimse de sevmeyecek... Ve şu da kesin ki, bir gün İstanbul'da, Ali Sami Yen'de yine yollarımız kesişecek... Ne demişti son kez insagramda "Bu bir veda mesajı değil, bu tekrar görüşürüz mesajı"...

Görüşeceğiz be Felipe...
Ne biz seni unutacağız...
Ne sen bizi...

Yolun açık olsun pitbull...

Bize yaşattıkların ve kutsal parçalı forma uğruna savaşın için teşekkürler...



2 yorum:

Cevatan dedi ki...

Merhaba
Bu yazıyı çok önce okumuştum çok beğenmiştim elinize sağlık
Araya başka şeyler girdi fırsat bulamadım izin verirseniz kendi kişisel blogumda paylaşmak ve alıntılamak isterim ?

ultras/Movement dedi ki...

Beğeniniz için teşekkürler...
Tabii ki paylaşabilirsin yazıyı, belki bir şekilde Melo'nun da okuması sağlanır...
Varsa kırgınlığı bize değil, onu bizden koparanlara olsun...

Blog Widget by LinkWithin