30 Ekim 2017 Pazartesi

Trabzonspor:2-1:Galatasaray


Liverpool menajeri Jurgen Kloop'un Manchester City için ocakta şampiyonluklarını ilan ederler demecine "Daha 10. haftada kimse kimseyi şampiyon ilan edemez. Hiçbir takım beş yada altı ay arka arkaya kazanamaz, bu gerçekçi olamaz bu sebeple Kloop'un 'Şampiyon ocakta belli olacak' söylemi yersiz." diye cevap veriyordu tecrübeli teknik adam Pep Guardiola. Sezona fırtına gibi başlayan Galatasaray'ın da bir yerde kaybedeceği malumdu, namağlup şampiyon olmak taraftarın "tatlı bir rüyasıydı" ve dün gece Trabzon'dan puan almadan ayrıldı sarı-kırmızılılar. Olsun, canları sağ olsun da, keşke kötü oynayarak ve hakemin hiç etkisi olmadan başı önde terk etselerdi sahayı ama tam tersi oldu, haftalar boyu Galatasaray üzerine yapılan "algı operasyonları" işe yaradı ve saha içindeki topçulardan ziyade Halis Özkahya'nın ön plana çıktığı bir karşılaşma olarak tarihe yazıldı Trabzonspor'un 2-1'lik galibiyeti.


Maçtan sonra Galatasaray'ın Brezilyalısı Fernando yayıncı kuruluşa verdiği röportajda üç-dört cümle ile maçın analizini yapmış:"Bugün istediğimiz oyunu oynayamadık. Özellikle ikinci yarıya iyi başlayamadık. Duran toptan yemememiz gereken bir gol yedik. Takdir haklarını sürekli rakipten yana kullanan, bizi oynatmayan bir hakeme karşı oynadık. Böyle bir hakemle oynayınca da işler daha da zorlaşıyor. Sonuçta biz lideriz. Niye lideriz? İyi oynadığımız için lideriz. Ne yazık ki bugün top oynamamıza izin verilmedi. Bırakın top oynayalım. Altımızda bulunan rakiplerimizin bizi futbolla geçmeleri lazım; hakem kararlarıyla geçmeleri şık olmuyor"... Fernando memlekete yeni geldi o bilmez, Maicon, Mariano, Feghouli, Gomis de tanımaz, toplumsal hafızamız zayıf olduğu için çoğu Galatasaray'lı da unutmuştur da, biz hatırlatalım maçın hakemi Halis Özkahya'nın kim olduğunu... Halis Özkahya, saha içinde futbolculara "abuk sabuk" konuşan, Galatasaray-Fenerbahçe derbisinde yüzüne tüküren Fenerbahçeli Meireless hakkında rapor yazıp, Federasyon tarafından "hayır, biz videoları izledik, senin yüzüne tüküren olmadı" mealen bir yazı ile "yalancı" yaftası yapıştırılan ve "onuru ve şerefi" için hakemliği o gün bırakıp, kutsal mesleği olan öğretmenliğe dönmesi gerekirken hakemliğe devam eden ve benim nazarımda "yok hükmünde" bir hakemdir. Hal böyle olunca, Bero'nun Fernando'dan "az daha topu alacaktı" müdahalesine kırmızıyı da göstermez, Muslera'nın kale sahası içinde itilmesine de göz yumup, "Görmüyor musun?" diyen Uruguaylı'ya sarı da gösterir, formadan arkadan çekmelere sarı kart gösterilmesi uygulamasını da unutur, yerde yatan arkadaşının dövülmesine dur diyen Feghouli'yi de oyundan atar... Blogta Halis Özkahya'nın yönettiği maçları yazarken, sık sık değindiğimiz gibi "serseri mayın" gibidir İstanbul bölgesi hakemi,"kafasına göre takılır"...


FIFA'nın en büyük tebliğlerinden biri olan "Oynamayı çalışanı koruyacaksın"ı tersten anlayıp "oynatmayanı koruyan" bir hakem olunca sahada Tudor'un hafta boyunca Florya'da çalıştırdıklarının da pek bir hükmü kalmıyordu. Geçen hafta Malatya'da kaybettikten sonra "yönetim kurulunun yarısı istifa eden" Trabzonspor'da Rıza Çalımbay yeni takımına "ya hep ya hiç" diyerek motive etmiş, seyirci desteği ile güçleri yettiğince Galatasaray'a baskı kurup, "oyun oynatmamaya" odaklanmıştı. Başarılı da oldu ev sahibinin hocası, topu rakip kaleye Feghouli'nin bir kaç denemesi dışında pek taşıyamadı ilk devre Galatasaray ve Cezayirli oyuncunun atılmasıyla Gomis ikinci yarı iyice "susuz" kaldı, zaten Tudor da bu sebeple golcüsünü yanına alıp, Rodriguez-Eren ikilisiyle yeni bir oyun tarzı denemiş oldu...

Galatasaray ilk haftalara göre rakip yarı sahada yukarıda belirttiğim nedenlerle "silik" kalırken, defansında da ilk defa bu kadar pozisyon verdi rakip forvetlere, özellikle geçen sezonun hastalığı olan "yan top" krizine tekrar girdi sarı-kırmızılılar. İlk devre iki yada üç defa taç ve kornerden gelen toplarda Trabzonsporlular tehlike yaratırken, yenilen golde de kafayı rahatça vurdu Uğur Demirok. Kazanan takımı bozmayı pek sevmez Igor Tudor ama nedense Latovlevici'nin gelişi sonrası Linnes'i kesti, sonra o bölgeye Denayer'li bir kaç deneme yaptı, olmadı Belçikalıyı stopere monte etmeye çalışıyor şimdi de yedekte olduğuna göre sakatlığı geçmiş olan Serdar'la başlamalıydı bugün maça Hırvat hoca... Serdar Aziz-Maicon ikilisi iyi bir uyum yakalamışken, "dosta güven, düşmana korku" misali iki ceza sahası içinde de etkili olabiliyorlardı, Denayer'le bu olmuyor maalesef.


Her Galatasaray maçı sonrası saha içini bırakıp, Galatasaray kulübü ve taraftarına yönelik "haddini aşan" söylemlerde bulunan Uğur Demirok, geçmişiyle ilgili yaşadığı sıkıntıları bir an önce atsa da kafası rahatlasa. Florya'nın kapısı bir kere kapandı mı, açılmaz bi' daha be Uğur...

Ha sahi, yabacı sayısının sınırsız olması hala birilerini rahatsız ediyor mu? Galatasaray kaybedince pek ses soluk kesildi de?


STAT: Medical Park
HAKEMLER: Halis Özkahya, Kemal Yılmaz, Hakan Yemişken
TRABZONSPOR: Onur Recep Kıvrak, Pereira, Uğur Demirok, Durica, Mustafa Akbaş, Onazi (Dk. 89 Hubocan), Okay Yokuşlu, Bero (Dk. 57 Abdülkadir Ömür), Yusuf Yazıcı, Olcay Şahan, N'Doye (Dk. 90+3 Castillo)
GALATASARAY: Muslera, Mariano, Maicon, Denayer, Linnes, Tolga Ciğerci (Dk. 72 Yasin Öztekin), Selçuk İnan (Dk. 54 Rodrigues), Ndiaye, Fernando, Feghouli, Gomis (Dk. 54 Eren Derdiyok)
GOLLER: Dk. 49 N'Doye, Dk. 69 Yusuf Yazıcı (Trabzonspor), Dk. 86 Rodrigues (Galatasaray)
KIRMIZI KARTLAR: Dk. 45 Olcay Şahan (Trabzonspor), Dk. 45 Feghouli, Dk. 90+1 Ndiaye (Galatasaray)
SARI KARTLAR: Dk. 28 Muslera, Dk. 73 Maicon, Dk. 88 Rodrigues (Galatasaray)

29 Ekim 2017 Pazar

Şampiyon Ocakta Belli Olmaz


"Daha 10. haftada kimse kimseyi şampiyon ilan edemez. Hiçbir takım beş yada altı ay arka arkaya kazanamaz, bu gerçekçi olamaz bu sebeple Kloop'un 'Şampiyon ocakta belli olacak' söylemi yersiz."

Pep Guardiola
Manchester City Teknik Direktörü

Liverpool hocası Jurgen Kloop'un Manchester City ocakta şampiyonluğu garantiler söylemini eleştirirken

Klozet Kapağından Arma



Başlığı biz demiyoruz, 132 yıllık kulübün armasını değiştirenleri protesto eden Ujpest taraftarı söylüyor. "Biz eski armamızı istiyoruz, yaptığınız yeni zımbırtı tuvalet kapağına benziyor" diyerek Ujpest'in bu hafta oynadığı Videoton maçında sahaya tuvalet kapağı atmışlar. İyi de etmişler. Yüzyıllık kulüplerin değerlerini "modernlik" adına değiştirenlere tokat gibi bir ders olmuş. Umarım, mor-beyazlı taraftarlar "davalarını" kazanırlar ve bu manasız değişim hareketi bir son bulur...
YeniArma

Eski Arma

28 Ekim 2017 Cumartesi

Sekizin Hikayesi


Futbolun hiç kuşkusuz "starları" Maradona, Pele, Hagi, SocratesZidane gibi 10 numaralardır da bazen Lev Yashin, Dassaev, Dino Zoff, Higuita gibi kaleciler yaptıkları efsanevi kurtarışlarla "esas oğlanlardan"rol çalmasını bilir. Rüzgarın oğulları Metin Tekin, Caniggia gibi kanat oyuncuları da sıklıkla yer edinir futbolseverlerin kalplerinde, tıpkı Beckenbauer gibi bir zamanların "sarkık liberoları" gibi. Ama 8 numaralar çok nadiren ön plana çıkarlar, isimleri pek bilinmez zira gölgesinde kalır onlar 10 numaralı "jönlerin." Ama vakit gelir, bir gözükürler pir gözükürler, tarihe adları öyle bir yazılır ki, nesiller boyunca bahsettirirler o efsane "anlardan". Mesela, Prekazi'yi kim unutabilir ki Monaco ağlarını sarsttığı füzesiyle beraber. Lakin benim futbol zihnim 8 numaraları yeşil forma beyaz şortlu kısa bir adamın kafayla İngiltere ağlarını sarsmasını hatırlayacak kadar geriye gidiyor. 88 senesi İnstagram'ın, Twitter'ın Facebook'un, hatta internetin olmadığı dönemlerde yeni çıkmış renkli televizyondan izlediğimiz Almanya'da düzenlenen Avrupa Şampiyonasında Gullit'e, van Basten'e, Dassaev'e, Belanov'a kaptırırken mahalle arkadaşlarımız yüreklerini, Ray Houghton oluyordum boş arsadaki maçlarda tükenmez kalemle beyaz fanilamın sırtına yazdığım 8 rakamıyla... 6.dakikada İngiltere kalecisi Shilton'a attığı golle İrlanda futbol tarihini değiştirmişmiş bizim "ufaklık", o kadar tarih bilgimiz yoktu da, saha içi mücadelesi, "kibar" ayak içi paslarıydı beni kendisine aşık eden...

1988 Avrupa Futbol Şampiyonasına katılırken, İngiltere'nin teknik direktörü Bobby Robson oldukça iddalı demeçler veriyordu. "Son altı yılın en iyi takımıyla geliyoruz Almanya'ya ve iki senedir bu maça hazırlanıyoruz" diyordu kurt teknik adam. Futbolun mucitleri 1966'daki "tartışmalı" Dünya Kupası zaferi dışında memleketlerine herhangi bir kupa götürememişler, Euro 88'i "şeytanın bacağını kırmak" için hedef seçmişlerdir. Oysa ki "yeşilli çocuklar" çok rahattılar, sadece üç haftadır hazırlanmaktaydılar ada komşuları ile yapacakları maça... Tarihlerinde ilk kez uluslarası bir turnuvaya katılacak olan İrlanda Cumhuriyeti "halkı"da çok gevşektir. Pek habersizdir ülkelerinin futboldaki makus tarihini değiştirecek Charlton'ın çocuklarının yapacaklarından. Turnuva öncesi kendi evlerinde Polonya ile yapılan hazırlık maçına 15 bin taraftar gelmiş, daha da fenası hocanın topçulara moral vermek için halka açık topladığı barda, "bir imza, iki fotoğraf" isteyen bile çıkmamıştır. Ama, "armanın peşinden" gitmek isteyenler de yok değildir 3 milyonluk ada ülkesinde.  Bu "çılgınlar" cüzdanları kontrol eder, bankalara yol alır, krediler çekilir ve "ver elini Almanya"... Tabii, Fransa'daki Avrupa Şampiyonasında havaalanında karşılaştığım yeni nesil gibi şanslı değildir babaları ve dedeleri, onlar arabalarıyla, feribotlarla günler süren yolculuk sonrası ancak başarırlar Stuttgart'ta bir yorgunluk birası içmeyi. Yorucu olsa da, bilinmeyen diyarlarda kaybolunsa da, tadı tuzu değil midir yolculuklar deplasmanların, en sıkı dostlukların kurulduğu, otobüs sohbetlerinin yapıldığı, yeni "bestelerin" ortaya çıktığı zamanlar ve herkesin kendi özel hikayesini yazdığı anlar...


"Bırakın turnuvadaki şansımızı, bize kendi ülkemizde bile İngiltere'ye karşı şans tanıyanlar azınlıktaydı. Herşeye kulak tıkayıp, madem turnuvaya katıldık, sahaya çıkıp elimizden geleni yapmak istedik" diye açıklıyordu Ray Houhghton 29 yıl önceki hislerini. "Ellerinden gelenin fazlasına" da ihtiyaçları vardı Gary Lineker, Chris Waddle, John Barnes, Peter Beardsley, Bryan Robson gibi  yıldızlardan kurulu "korkulacak" bir takımın karşısına çıkarken. Kağıt üstünde "kediydi" İngilizler ama oynadıkları üç maçta puan alamadan, 2 gol atıp 7 gol yiyerek turnuvadan "fare" gibi sıvıştılar. Spor yazarları da maçın favorisi olarak Bobby Robson'ın takımını görüyordu, forvetinde Lineker gibi Avrupa'nın en iyi golcüsünün olduğu bir ekip için kazanmak yemek içmek gibi doğaldır şeklinde röportajlar veriyorlardı. Daha da fazlası, Brian Clough'un maçtan bir gece evvel "video-konferansla" Jackie Charlton'a "Keyfinize bakın, rahatlayın, sahada da böyle rahat bekliyorum sizi" imalı lakırtılarına, hocanın "Evet, kimse bizden burada bir başarı beklemiyor ama neden bazılarını şaşırtmayalım"  cevabı "doğacak güneşi" müjdeler gibiydi.

Ve Neckarstadion'daki o tarihi gün gelip çatmış, geceden kalan İngilizler daha tribünlere giremeden skorbordda İrlanda Cumhuriyetinin 1-0 önde olduğu yazıyordu. Kevin Moran kendi yarı sahasından İngiltere kalesine doğru uzun bir top "şişirmiş", iki İngiliz savunmacı aynı topa yükselince birbirlerine toslamışlar ve boşta kalan meşin yuvarlağı Tony Galvin ceza sahasına doğru "kepçelemişti". İngilizlerin sakarlığı yine devam etmiş, Kenny Sansom tuhaf bir vuruşla topu havalandırınca John Aldridge kafayla bizim 8 numaraya asisti yapar ve Roy Houghton meşhur Adidas Tango ile tarihe imzasını atıverir. Peter Shilton şaşkın, İrlandalılar ise sevinçten deliye dönerler. Saha kenarında Charlton da sevinç ile şaşkınlık arası duygu gelgitileri yaşar, "Nasıl yani, gol mü attık şimdi? " dercesine kafasını kaşır... "Geriye yaslandık ve İngilizlere dedik ki, 'Evet, biz bir tane attık ve şimdi sıra sizde, gelin ve becerebiliyorsanız siz de bize bir gol atın" diye anımsıyor o kalan 84 dakikayı tecrübeli teknik adam, rakiplerinin de son dakikalarda şanssız olduklarını da itiraf etmeden geçemiyor. Yedikleri golün şokunu atlatmak Robson'ın öğrencileri için 45 dakikaya mal olur, ancak ikinci devre daha tehlikeli giderler yeşil-beyazlıların savunduğu kaleye ama bir türlü topu üç direk arasından geçirmeyi başaramaz Lineker ve arkadaşları. Onların kısmetsiz mi beceriksiz mi oldukları tartışılır da, koyu bir Katolik olan İrlanda kalecisi Packie Bonner'in maçtan evvel takım arkadaşlarına "okunmuş" kumaşlar verip, maçta bunları taktırması da ilahi gücü kendi tarafına çekmesi değil midir?


Maçın hakemi Siegfried Kirschen son düdüğü çaldığında ise düğün ve cenaze birlikte yaşanır, bir tarafta neye uğradıklarını hala anlamamış "bayat balık "bakışlı İngilizler, öte taraftan doksan dakika başarıyla kalelerini savunmanın mutluluğundaki İrlandalılar. "Hayatım boyunca aklımdan çıkmayacak bir andı, masaörümüz taraftara koşmuş, tribün önünde dizlerinin üstünde Tanrıya şükrederken, Kevin Moran'ın yorgunluktan ve susuzluktan ağzının etrafında beyaz köpükler oluşmuştu." diye Houghton anlatacaktır maç sonu coşkuyu ileriki günlerde.


İngiltere galibiyeti sonraki maçlar için "yeşil beyazlılara" büyük güven vermiş ve o gazla da Valeri Lobanovski'nin Rusya'sı önünde "harika" oynamışlar, öne geçmişler ama farkı arttıracak golleri bulamayınca sahadan 1-1 beraberlikle ayrılmışlardı. İngiltere maçının yıldızı Houghton'ın dediği gibi İngilizler onlara karşı ne kadar şanssızsa, kendileri de Ruslara karşı onun beş katı kadar kısmetsizdi. Bir de hakem gördüğünü çalmış olsaydı, belki de gruptan çıkacaktı İrlandalılar. Jackie Charlton'ın öğrencileri turnuvayı şampiyon olarak bitirecek olan Gullit ve van Basten'li Hollanda karşısında da Gelsenkirchen'de "kafa kafaya" mücadele etmiş, beraberliğin kendilerini gruptan çıkaracağı maçta bitime 7 dakika kala Kieft'in golüne engel olamayıp, ülkelerine dönmek zorunda kalmışlardı.


Almanya'ya gidişleri ne kadar suskunsa, Dublin havaalanına uçağın inmesiyle dönüşleri o kadar muhteşem olmuştu Ray Houghton ve arkadaşlarının. Binlerce İrlandalı ellerinde bayraklar milli topçularını karşılamaya gelmiş ve şampiyon edasıyla üstü açık otobüsle İngiltere destanı yazan kahramanlar şehri turlamıştı. "O günlerde sevinçliydik, coşkuluyduk ama neyi başardığımızın farkında değildik. Şimdi geriye baktığımda bu ülke futbolu adına ne kadar da büyük adım attığımızı anlıyorum" diye övünerek anlatıyor 88 yazındaki unutulmaz macerasını çocukluğumun kahramanı...

22 Ekim 2017 Pazar

Galatasaray:0-0:Fenerbahçe


"Penaltıyı gördüm ve kızdım. Penaltı olduğu belliydi. Hakeme gidip, oyunu iyi yönlendirmesi gerektiğini söyledim ve dedim ki: Biz her gün çalışıyoruz. Siz daha iyi çalışacaksınız"
Böyle isyan ediyordu Gomis berbat bir yönetim sergileyerek Galatasaray-Fenerbahçe maçının beraber bitmesini sağlayan "hakem!?" Cüneyt Çakır'a... Fırtına gibi oyuna başlamıştı Galatasaray, daha ikinci dakikada golü bulacakken, çizgi üzerinden rakip oyuncunun ayağından kornere yol almıştı meşin yuvarlak. Akabinde de saldırdı Galatasaray, Türk Telekom Stadını dolduran taraftarını arkasına alarak, Gomis kaçırdı 20. dakikada ya da Kameni kurtardı da diyebiliriz takımını geriye düşmekten. Devre biterken Fenerbahçe Janssen ile gole yaklaştı ama Hollandalı topçu beceriksizdi. İkinci yarı Galatasaray yine arzuluydu, ev sahibi avantajını kullandı, rakibinin üzerine geldi, Tolga'nın kafa vuruşunda yine Kamenı başarılıydı ve sahneye Cüneyt Çakır çıkıverdi... Aslında, maçın bu dakikasına kadar Galatasaray'lı oyunculara gösterdiği sarı kartlar ve ortadaki düdükleri Fenerbahçe lehine çalmasıyla "sinsi sinsi" Galatasaray'ı durduran Cüneyt Çakır, Hasan Ali Kaldırım'ın ceza sahası içinde bir kaleci edasıyla topa "plonjon" yapmasına oyna diyerek hem saha içindeki Galatasaraylı topçuları hem de tribündekileri çileden çıkardı. Cüneyt Çakır penaltı düdüğü çalmazken, pozisyona yakın olan Tarık Ongun da bayrağı ile hakemi ikaz etmedi. Ne ilginçtir, yine Türk Telekom Stadında oynanan bir Galatasaray-Fenerbahçe maçında Hasan Ali Kaldırım'ın topu 1 metre dışarıdan çıkarmasına göz yuman yine Tarık Ongun ve Cüneyt Çakır'dı...


Penaltıyı "çalmayan" Cüneyt Çakır, yetmezmiş gibi maçın bitimine 20 dakika kala ceza sahasında kaleciye çarparak düşen Belhanda'ya, ki buna penaltı çalınır, ikinci sarı kartı göstererek oyundan attı ve ipleri Fenerbahçe'nin eline verdi ama Fenerbahçeliler, Cüneyt Çakır'ın "kıyaklarına" rağmen gol atıp galip gelmeyi beceremedi.



Maçın hakemi Cüneyt Çakır'la ilgili daha fazla yazmayacağım, zira yıllarca yazdık ultras/Movement sayfalarında Cüneyt'i ve Türkiye'nin en iyi hakemi olamayacağını belirttik. Maalesef Galatasaray karşıtı maç yönetimlerine bugün birini daha ekledi. Buyurun Cüneyt Çakır arşivine...


Maçı hakem katletti ama çuvaldızı kendimıze batıracak olursak, bu gece kaçan iki puanda alışılmış kadroyu bozan Igor Tudor ile transfer edildiği günden beri "kendini gösteremeyen" ve maç içinde atılmak için "çırpınan" Belhanda'nın payını da verelim... 
STAT: Ali Sami Yen Spor Kompleksi Türk Telekom Stadyumu
HAKEMLER: Cüneyt Çakır, Bahattin Duran, Tarık Ongun, Hüseyin Göçek
GALATASARAY: Muslera, Mariano, Maicon, Serdar (Latovlevici 24), Denayer, Feghouli (Ahmet 89), Belhanda, Ndiaye, Tolga, Fernando, Gomis (Eren 80)
FENERBAHÇE: Kameni, Isla, Neto, Neustadter, Hasan Ali, Ozan (Aatıf), Josef, Giuliano, Dirar, Valbuena (Alper 72), Janssen (Soldado 72)
SARI KARTLAR: Mariano, Belhanda, Denayer, Fernando / Neto, Alper
KIRMIZI KART: Belhanda 73

Levski Sofya:2-2:CSKA-Sofya


Biz büyük bir heyecanla memleketimizin Galatasaray-Fenerbahçe derbisini beklerken, son yıllarda pek ön plana çıkmasa da bugün Balkanların en büyük derbilerinden biri oynandı 30 bin taraftarın önünde. Başkent Sofya'nın mavilileri ile kırmızılıları Vasil Levski stadında karşıya karşıya geldi ve büyük çekişmeye sahne olan düelloda iki takım ikişer gol attı ve puanları bir bir paylaştı. Sofya'nın büyükleri birbirlerini yerken, kazanan hafta içi UEFA Avrupa Liginde Braga deplasmanından üç puanla dönen Ludogorets oldu. Saha içindeki kapışma son dakikaya kadar nefesleri keserken, tribünlerdeki showlarda bu derbinin neden Balkanların zirvesinde olduğunu gösterir türdendi.


Maçta açılış Levski Sofya takımı adına kornerden gelen topa vurduğu kafa vuruşu ile David Jablonski ile olurken, kırmızı beyazlılar çok geçmeden 12. ve 15. dakikalarda Tiago Rodriguez'in ceza sahası dışından birbirinden güzel kaydettiği iki golle geriden gelip öne geçmesini bildi. CSKA'lı topçular soyunma odasına önde gitti ama dönüşte Roman Prohazka beraberliği getiren golü attı ve son on dakikada takımlar skoru koruma derdine düşünce puanlar paylaştırıldı.

Derbileri özel kılan taraftarlar olunca, iki takımın sevdalıların da maça gelişleri ve karşılaşma esnasında ortaya koydukları "performans" en fazla ilgimizi çekmekte... İşte, fotoğraflarla "o an"lar...

Levski Sofya














CSKA-Sofya













17 Ekim 2017 Salı

Holigancılık Oynayan Veletler


"İçindeki benim olsun, para verdim, abi, öğrenciyim" diye Galatasaray formasını kaptırmamak isterken, ana avrat küfürler ve yediği tokatlarla tanıdık Muğla'dan Konya'ya üniversite okumaya gelen Hakan Karaoğlu'nu. Saldırıya uğradığı yer de manidardı, "İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol, gel!.. Bizim dergahımız ümitsizlik dergahı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel!" diyen Mevlana'nın memleketiydi... Saldırganlar da  "tüy sikletti", liseli veletlerdi ama sırtlanlar gibi dört beş kişi çullanmışlardı Hakan'ın üzerine... Yaptıkları "kahpeliği" de sözüm ona "tribüncülük" adına yapıyorlar, "Support Your Local Team" felsefesini de instagram ya da facebooktaki bir kaç "yabancı tribün"fotoğrafından ibaret zannetikleri kesindi... Ama işte bu sosyal medya hastalığı, "klavye delikanlılığı"bu veletleri kendi silahları ile vurulmasını sağladı. Çekmiş oldukları videoyu kendi sosyal medya hesaplarından yayınlayınca, böbürlenmeye fırsat bulamadan işledikleri suçun faali olarak göz altına alındılar. Dedik ya "holigancılık" oynayan veletler diye, başlarında bir abileri olsa, zaten böyle bir saldırı gerçekleşmezdi de, hadi "şeytana uydular", kendi reklamlarını yapmazlardı. Boşuna demiyordu rahmetli Alpaslan Dikmen gitmiş olduğumuz deplasmanlarda vakti evvelinde bizlere, ki o vakitler ne twitter ne de instagram vardı, "Çocuklar, burda yediğiniz her halt, bu otobüsün içinde kalacak, öyle fotum sayfalarında filan yazılar istemiyorum" diye, gerçi bir halt ettiğimiz yoktu, üniversiteli "pırıl pırıl" çocuklardık, sokakta değil, tribün içinde beste, pankart ve koreografilerle rekabet etmekti amacımız...

Ama memleketin tribün "potporisi"nde maalesef böyle çakallıklar öncede yaşandı, şimdi de yaşanıyor... Bağdat Caddesinde Galatasaray'ın şampiyonluk kutlamalarında genç kızların formalarının çıkarıldığını da duyduk, Çarşı'dan geçen arabaların taşlandığını da... "Beyoğlu sadece Cim Bom Bom'undur" diye bağırarak Fenerbahçeli de kovalamıştır İstiklal caddesinde sarı-kırmızı taraftarlar da, yerde yatana, çoluk çocuğa saldıranı duymadık...

İstanbul'da bu tip vakalar nispetten az yaşanırken, Anadolu'da "şehr-i müdafa" bahanesiyle "Kahpe Bizans İstanbul" diyerek neredeyse her şehirde buna benzer saldırılar gerçekleşiyor. Bu işleri yapanlar da genellikle "veletler" oluyor, kendi şehri dışına çıkmamış, deplasman havası solumamış, tribün ruhu nedir bilmeyen "holigancıklar"... Amatör liglerde de görüyoruz, bölgesel lig karşılaşmalarında da, kendi sahasında oynarken rakibe ağız dolusu sinkaflar saydıran gençler, vakit deplasmana gelince "sırra kıdem basıyorlar", onların yaptığının cezasını sahada top oynayan futbolcular ile mecburen rakip sahaya giden yöneticiler çekiyor... Tribünleri ve camiaları birbirine düşürenler "kendi çöplüklerinin horozu" oluyor...

Bu yazıyı yazarken Beyaz TV ekranlarına yansıdı Konyalı bu "veletler"in maçtan önce çekmiş oldukları görüntüler, "Beşiktaş'la oynadığımız Süper Kupa maçında bilerek sahaya girdik, isteyerek meşale attık " diyorlardı yaptıkları suçun ciddiyetini hala anlamamış olarak ve sırıtarak, bir de Anadolu'ya şehir takımı tutmanın önemini anlatan Bursa taraftarını aşağılayarak "Bursalıları şurda dövdük" gibi gerçekle alakası olmayan lakırtılar da etmekteydiler. Oysa, "kıyısından köşesinden" taraftarlığı bilseler, giydikleri ultras t-shirtlerin manasını anlamış olsalar, şehirlerine tuttuğu takımın peşinden gelmiş taraftara saldırmak yerine saygı duyarlardı, ama nerede... Gerçi, onlar saldırdı Hakan'a ama o hareket Galatasaray taraftarını ayağa kaldırdı, bütünleştirdi, ne kadar güçlü olabileceklerini de gösterdi. Hatta, Fenerbahçeli ve Beşiktaşlı taraftar gruplarından gelen destek mesajlarını gördükçe, bir üniversiteli genç ezeli rakipleri Galatasaray-Fenerbahçe derbisi öncesi inanılmaz bir şekilde bir araya getirdi...

Konya'ya üniversite okumaya gelen Hakan'ın yaşadıklarından Bursaspor-Ankaragücü kardeşliğinin tohumlarını eken başka bir üniversiteli rahmetli Abdül'ün hikayesiyle sonlandıralım yazımızı. Bursaspor Supporters Club'un kurucularından Tarkan anlatıyor hikayeyi, buyurun:

"yıllardan 1990 olması lazım, yaşım 18. iç sahada dış sahada bursasporun bütün maçlarına gidiyoruz. texas isim yapmış, yaşatmak bize düşmüş. yaşıyoruz, yaşatıyoruz. o zamanlar bir abdül abimiz vardı. tribünlerin görüp görebileceği en fantastik kahramanlardan insanlardan biri. bütün tribüne jargonuna hakim, sevilen, sayılan, tam bir lider, gel dese öl dese peşinden 1000 kişinin öleceği bir insan. bir texas efsanesi. abdül abi kardeşiyle birlikte ankaraya üniversiteye gitmişti. ama tribüncülük kanına işlediği için orada da rahat durmadı, üniversitedeki çevresiyle birlikte başladı ankaragücü maçlarına gitmeye. ankaragücü tribünün kafa adamlarıyla tanışması böyle başladı. zaten delikanlılığı kendisinden önce gelen biri olduğu için orada da hemen sevildi, sayıldı. ankaragücü tribünüyle birlikte istanbul takımlarına karşı kavgalara da onlarla beraber girdi. bursalı olduğu kadar ankaralı oldu. çevresinde ki ankaragüçlülerde bursasporu onunla tanıdılar, sevdiler. sonra abdül abi üniversiteden mezun oldu ve asteğmen olarak mardin'e gitti. mardin'de şehit düştü abdül abi. haber bursa tribünlerine ulaştı. herkesin canı yandı. abdül abi ölmüş dediler. tam ertesinde bursa'nın sezon açılışı vardı, adını hatırlayamadım şimdi, yabancı bir takımlaydı. maçın başından önce sahanın içinde sarı lacivert formalı, atkılı bir grup göründü. texas tribünlerinin karşısına geçtiler ve ellerindeki pankartı açtılar, pankartta "abdül ölmedi kalbimizde yaşıyor" yazılıydı. ankaragücü tribününün önde gelen isimlerinin bu hareketi hafızalara kazındı"...


15 Ekim 2017 Pazar

Atiker Konyaspor:0-2:Galatasaray


Bu sefer de Konyaspor'lu Selim çıktı kameraların karşısına ve iddalı konuştu Galatasaray maçı öncesi: "Benim Konya’da 9. sezonum. Bu zamana kadar Galatasaray karşısında hiç galip gelemedik. İnşallah bu maç galip geliriz ve Galatasaray’ı durduran takım oluruz. Güzel bir galibiyet alacağımıza inanıyorum. " Oysa bu sene, Antalyaspor'luları dışında Galatasaray'ın oynadığı rakipleri hep konuşmuş, hepsi de sahada "boylarının ölçüsünü" almıştı... Yapmayın kardeşim, "kızdırmayın aslanı", sonra parçalıyor, üzülüyorsunuz... 2000 yılındaki UEFA finali öncesi Arsenal'in hocası Arsene Wenger kupanın kazanılması sonrası kutlamalarda kullanılmak üzere şampanyalar sipariş etmiş, finali kaybedince jest yapıp, kasa kasa şampanyayı Galatasaray soyunma odasına yollamıştı. Bu gece sarı-kırmızılı topçuların maçtan sonra soyunma odasında yedikleri etli ekmekleri Selim Ay ısmarlamış olmasın... Mümkündür...


Milli aranın istim üstündeki takımlara yaramadığını Antalya beraberliği ile "acı" bir şekilde yaşamıştı Galatasaray'lı topçular da, bu sefer puan kaybına tahammülleri yoktu, hele ki Fenerbahçe derbisi öncesi. Igor Tudor maçın ne kadar kritik olduğunu şüphesiz ki anlatmıştır oyuncularına ama kart cezası sınırındaki Serdar Aziz'le maça başlamamak, hocanın da kafasında derbi karşılaşması olduğunu gösteriyordu. Hal böyleyken, sahadaki topçular da ilk devre ruh gibi dolaştılar sahada, kafalar bir hafta sonrasını yaşar gibiydi... Taa ki, Rodriguez'in sakatlanıp yerini Selçuk İnan'a bırakana kadar. Kaç sezondur bilmem, sayısını unuttuk, Selçuk kendisini Galatasaray'a transfer ettiren ve takım kaptanlığına kadar yükselten oyun tarzını bırakmış, "yana yana, geriye geriye" oynarken, ilk defa istatistik kağıdına oynamadı, cesurca "ısrarla" ileri oynadı ve Gomis'in attığı ilk golde asistle birlikte takımı sürekli olarak ileriye taşıyan adam oldu. Igor Tudor, "kaptanına" hep sahip çıkmıştı, bu gece de "keyfini" sürebilir bu ısrarının da, Selçuk da maçtan sonra "sosyal medyaya" baktığında şunu görecektir: Forma çıkarma hadisesi bir yana, "kaçak güreşmeyip" Prekazi'nin formasına layik oynadığında taraftar kendisini alkışlayacaktır...


Yabancı oyuncu sınırlanmasının konuşulduğu bu günlerde, Tudor'un Konyaspor karşısındaki ilk onbir tercihi de tarih kitaplarına geçecek türdendir, İstiklal Marşı okunurken Galatasaray formasıyla sahada Türk oyuncu yoktu, belki de ilk defa Türkiye Liglerinde bir takım yerli oyuncu olmadan sahadaydı... Tabii ki, bu hadise Galatasaray'ın "uygun adın marş marş" yürüyüşünü durdurmak için bu hafta içinde bolca konuşulacaktır da, Selçuk Inan'ın milli maçta ve bu gece Konya karşısındaki formu, kaliteli yabancının Türk topçuları nasıl değiştirdiğine dair kimse tek kelam etmeyecektir. Forma garantiyken "yatanlar", pabucun pahalı olduğunu görünce çalışmaya da başladılar ve formayı "tırnaklarıyla kazıyarak" sırtlarına geçiriyorlar...32. dakikada oyuna giren Selçuk, oynadığı oyunla, belki de Fenerbahçe karşısında ilk onbirde sahaya çıkacaktır...

Gomis attığı goller, Maicon yaptığı yerinde müdahaleler, Fernando da "savunma beyni" olarak her maç sonrası adından söz ettiriyor ama Galatasaray adına sahada Feghouli diye bir yıldız pırıl pırıl parlıyor, sağdan atıp soldan geçiyor, bacak arası yapıyor, topuk pasla rakibi pazara yolluyor ve ceza sahası dışından da oldukça tehditkar. Tribünler böyle topçulara bayılır, onlar da taraftarla bütünleşince daha da "coşarlar", Sofiane Feghouli de "bayrak adam" olma yolunda son sürat ilerliyor. Sakatlıktan döndüğünde Tolga Ciğerci artık formayı geri almak için Cezayirli meslektaşına değil, Belhanda'ya bakacak zira geldiğinden beri bir türlü "alışamadı" takıma 10 numara. İstatistik sitelerini taramadım ama Belhanda'nın maç boyu attığı isabetli paslar bir elin parmaklarını geçmemiştir, hep rakibe verdi ayağına gelen topları... Eskiden gazeteler maçtan sonra kadroları verir, topçuların adlarının yanına parantez içinde yıldız verirdi, Belhanda Konya maçında (*) aldı bizim nazarımızda...


Seyircisiz maçları oldum olası sevmedim, hazırlık karşılaşması havası yaratıyorlar televizyon karşısında biz seyredenlere de, ev sahibi taraftar suç işlediyse, rakibi cezalandırmanın manası ne anlayışıyla deplasman tribünün açılması da "eyyam" dışında bir şey değil. Deplasman tribünü de derbiler de kapatıyorlar ya, o zaten yakışıksız, anlamsız, manasız, futbolun ruhuna aykırı... Kapatmayın kardeşim tribünleri, kapatmayın... Suçlu olan cezasını çeksin de, bütün şehri cezalandırmanın anlamı ne?


Maçın hakemi ile ilgili iki kelam ederek bitirelim bu geceki yazıyı. Özgür Yankaya, dört sene evvel Gaziantep-Galatasaray maçında yaptığı refleksin hala "baskısını" yaşarcasına düdük çaldı bu gece Konya maçında. Basından gelen tepkiler o kadar bilinç altına yerleşmiş ki, düdüklerini hep ev sahibinden yana kullandı, Galatasaray lehine kolay faul çalmaktan kaçındı, sarı-kırmızılılara faul verirken hep tereddüt etti ki, Gomis'e Ali Turan'ın yaptığı penaltıyı bile top kaleciden dönüp, ceza sahası dışına uzaklaştıktan sonra 5 saniye arayla çaldı... Yapma hocam...


STAT: Konya Büyükşehir Belediye Stadyumu
HAKEMLER: Özgür Yankaya, Baki Tuncay Akkın, Serkan Ok, Serkan Çınar
ATİKER KONYASPOR: Serkan, Skubic, Ali Turan, Filipovic, Ömer Ali, Bourabia, Jonsson (Manyama), Musa Araz, Fofana (Ezekiel 73), Milosevic, Friday Eze (Evouna 66)
GALATASARAY: Muslera, Mariano, Maicon, Denayer, Latovlevici (Serdar 79), Feghouli, Belhanda, Ndiaye, Rodrigues (Selçuk 32), Fernando, Gomis (Eren 81)
GOLLER: Gomis 54 ve 77
SARI KART: Jonsson, Ali Turan / Ndiaye

Blog Widget by LinkWithin