28 Nisan 2020 Salı

Karalama Defteri #25


Fransa-Türkiye Avrupa Şampiyonası Grup Elemeleri maçının devre arasında "Hadi Bismillah" diyerek başladığımız ve geçen pazar 25. bölümünü kaydettiğimiz podcastimizde Gürkan'la Galatasaray, futbol, basketbol, çeşitli spor dalları, edebiyat, müzik ve sinema hakkındaki görüşlerimizi  Spotify ve Castbox kanalıyla siz takipçilerimizle paylaşıyoruz. İlk yayından bugüne kadar oldukça olumlu görüşler alıyoruz ki, her yayını sizlere layik olmak için daha bir şevkle yapıyoruz... Aslında bu macerayı ultras/Movement'in 2007'de ilk çıktığı günlere çok benzetiyorum, az az takipçilere bol bol içerik sunarak seneler birbirini kovaladı ve bir kaç ay sonra blog dünyasında 13. yılımızı dolduracağız...

Karantinada bir nevi "ev hapsinde" kaldığımız bu günlerde de can sıkıntısına, kafa dağıtmaya iyi gelir diye hafta boyunca karşımıza çıkan içerikleri biriktirdik, belgeseller izledik, kitap okuduk ve 1 saat 40 dakika süren bir yayınla karşınıza çıktık... Podcastin rekoru oldu...
Peki, bu hafta ne mi konuştuk:

Öncelikle Galatasaray gündeminden bahsederek başladığımız Karalama Defteri'nde Mustafa Cengiz'in röportajından öne çıkanlar, Hande Sümertaş'ın görevden ayrılmasının yankıları ve Mariano'nun Falcao, Muslera, Robinho ile Türkiye'den kaçma girişimi hikayesini dile getirdik...
Gündeme dair biriktirdiklerimizden ise Avrupa ve Türkiye'de liglerin başlama süreci ve sıkıntıları, Euroleague'in başlama tarihleri, Novak Djokoviç'in Covid 19 aşısına karşı gelmesi, Podoslki'nin Sumo'dan sonra Yağlı Güreş'e niyetlenmesi, Adebayor'un yardım yapmayı reddetmesi, Katar Hükümetinin Türkiye Süper Ligine yaptığı davet gibi ilginç konularla karşınızda olduk.

Belgesel kuşağımızda Netflix'te yer alan Şampiyon Danimarka ile Michael Jordan'ın Chicago günlerini anlattığı Last Dance belgesellerinden öne çıkan konuları dile getirirken, spor edebiyatından Trabzonspor'un ikizlerinden Şota'nın hayatını anlattığı Dün adlı kitaptan aldığımız notları takipçilerimizle paylaştık...

Spotif platformundan Karalama Defteri'ni  dinlemek için link burada, yok ben öyle şeylerle uğraşamam diyorsanız, bir yandan blog okuyup bir yandan da podcasti hemen sağ taraftan dinleyebilirsiniz...

İyi dinlemeler...

27 Nisan 2020 Pazartesi

Çernobil'in Yok Ettiği Takım


Nisan ayının yirmi altısında, 86 senesinde saatler biri yirmi üç geçe Çernobil Nükler Santrali patladı ve Ukrayna'da yaşayan insanların hayatlarını bir kabusa çevirdi. Patlamanın gerçekleştiği günlerde FC Stroitel Pripyat takımı da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Ukrayna bölgesel liginde Mashinostroitel Borodyanka takımıyla yapacağı maça hazırlanıyordu. Birden gökyüzünde bir helikopter belirdi, etrafı toz dumana çevirerek antrenman sahasına indi ve içinden koruyucu giysiler giymiş ellerinde ölçüm cihazları olan adamlar çıktı. Bu kişiler takımın hocasına yaklaşarak : "Bugün burası helikopter sahası olarak kullanılacak, o yüzden idman iptal edildi"...

1970lerin başında Ruslar, Çernobil Nükler Santralini inşa etmeye başladılar ve ilk bloklar da Pripyat şehrine dikildi. Kiev'den 100 kilometre uzaktaki bu ufak kentte Rusya'nın çeşitli bölgelerinden fabrikalarda çalışmak üzere getirilmiş işçiler, aileleriyle yaşıyordu. "Kimse futbol izleyip, bir kaç bira içeceği stadyumda olduğu kadar rahat olamaz" diyerek zamanın Komunist Parti yöneticilerinden Vasili Kizima Trofimovich yeni inşa edilen şehrin yanına bir de stadyum yaptırmıştı. Stat olunca orada top koşturacak takım olmayacak mı? İnşaatçılar anlamına gelen "Stroitel" takımı da çok vakit geçmeden kuruluvermişti. Hafta sonları maçlara çıkan ve işten vakit buldukça antrenman yapan "işçi-futbolcular" amatör takımların katıldığı Rusya 5.liginde mücadele veriyordu.

Her ne kadar FC Stroitel Pripyat yeni kurulmuş ve amatörlerden oluşmuş olsa da oynadığı futbol ve aldığı sonuçlarla birden Rusya futbol otoritelerinin dikkatini çekti. Yerel yöneticiler de takımın ülkede söz sahibi olmasını istiyorlardı ki eski milli oyuncu Anatoli Shepel'i teknik direktör olarak Pripyat'a getirmişlerdi. Ayrıca, göz koydukları hedeflere amatör topçularla varamayacağını düşünen kulüp yöneticileri, yakın şehirlerden de futbolcu transferlerine başlamışlardı. Teklifler de cazipti, futbolcular Çernobil Nükler Santalinde çalışıyor gözükecekler ve maaşlar da oldukça astronomik olacaktı. Modern binaları, geniş caddeleri ve nehir kenarında yapılan plajıyla Pripyat'ta yaşam koşulları Rusya'nın bir çok diğer kentine göre oldukça cazipti ve nüfusun çoğu da zaten iyi kazanıyordu...

Ama kimse 26 Nisan gecesi 4 Numaralı Reaktörün patlayıp bütün bu ihtişamlı yaşam ile futbolda zirveye oynama hayallerinin biteceğini bilemezdi. Sabah güneş kendini gösterip, insanlar gece duydukları patlamanın nedenini araştırmaya başladıklarında, FC Stroitel Pripyatlı futbolcular eski stadyumda antrenmandaydılar. Rakipleri Mashinostroitel Borodyanka'nın hocasına ordu görevlileri tarafından maçtan saatler evvel maçın iptal olduğu ve Pripyat'a seyahat etmemeleri haberi verilmişti. Her iki takımın stadyumları da helikopter pisti olarak kullanılacaktı. Futbol da bitmişti, yaşam da... Patlamadan 24 saat sonra Pripyat kentinde yaşayan 50 bin cıvarında insan ile çevre yaşam alanları hiç zaman geçirmeden tahliye edilmeye başlandı, şehir tamamen kapatılmıştı. Geriye sadece askerler ve gönüllüler kaldı, bir de gönüllü olarak çalışmak isteyen Stroitel'li futbolcular.




86 senesinin 1 Mayıs İşçi Bayramında açılış hayallerini kurdukları 5 bin kişilik yeni stadyumda maç izleyemeden eski statları Avanhard'ı anılarla helikopterlere terk etmek zorunda kalan FC Stroitel'li taraftarlar, kendileri için sadece bir kaç ay içinde inşa edilen Slavutiç şehrine taşınmışlardı. Sadece Rusya'yı değil, çevre ülkeleri de etkileyen bu felaket sonrası bölgesel ligin 1985-86 sezonu da iptal edildi. Yeni şehre taşınan Priyatlılar, takımın adını da FC Stroitel Slavutiç yaparak iki sezon boyunca ligde boy göstermeye devam ettiler ama 87-88 sezonunu sekinci bitirdikten sonra takımın yöneticileri kulübün kapandığını açıkladılar. Oyuncular başka takımlara transfer olurken, taraftarlar da bir zamanlar gönül verdikleri takımı özlemle anılarda yaşatmaya devam ettiler.

Aslında o efsane takım 88 yılında değil de 4 Numaralı reaktörün patladığı 26 Nisan gecesi saatler biri yirmi üç geçe kapanmıştı...

24 Nisan 2020 Cuma

Şampiyon Danimarka


"Bizim takım bu maçı sittin sene kazanamaz" diye koltuğunuzu öfkeyle terk edip, stadyumun çıkış kapısına varmadan taraftarlardan gelen gol sesiyle koşar adım tribüne nefes nefese geri dönüp, kalan bir kaç dakikada da galibiyet gölüne şahit olduğunuz oldu mu hiç? Ben skor ne olursa olsun gittiğim maçları tamamladığım için böyle bir peri masalı yaşamadım lakin 92 yazında koca bir ulus Avrupa Şampiyonasına katılma hayallerini sonlandırmışken, 20-25 gün sonra Avrupa Şampiyonu olmanın sevincini yaşıyordu...

Yaşı 35-40larda olan bizim jenerasyonun tam olarak hatırlayacağı ilk turnuvalardan olan İsveç'teki Euro 92'de yaşanılan  Danimarka mucizesini Kasper Barfoed "Sommeren '92" adıyla filme çekip, çeşitli festivallerde gösterime sunarken, biz de karantinada kaldığımız bu günlerde Netflix'ten seyretme şansına eriştik. Türkiye büyük turnuvalarda boy gösteremediği için o senelerde herkesin favori bir ülkesi vardı, benim de takımım Almanlardı ve o sene "bizi" finalde yenip kupayı  kazanan Danimarka'ya boşu boşuna küfür ettiği belgeseli seyredince anladım, kupa Vikinglerin hakkıymış. Geçmiş bir özür ile başlamakta fayda var belgeseli anlatmaya...

Konu belgesel ise, yani yaşanmış tarihi bir olayın anlatımı olunca "spoiler" vermekten kaçınmak biraz safça olur zira "mevzuyu" zaten herkes bilmektedir de, anlatıyı çekici yapan bir çok kimsenin bilmediği "ayrıntılardır". Film de zaten Danimarka Milli Takımında skor bazında olmasa da oynattığı futbol ile ulusun gönlünde taht kurmuş ve bir zamanlar ülkemizde de çalışmış Sepp Piontek'in emekliye ayrılması sonrası teknik direktörlük arayışlarına giren Danimarka Futbol Federasyonu yöneticilerin Piontek'in yardımcılığını yapmış "kendi evlatları" Richard Möller Nielsen'e burun kıvırıp, "illaki yabancı hoca" bulacağız macerasıyla Avrupa'da arayışlara girip, elleri boş kalınca istemeye istemeye Nielsen'i hocalık teklif etmeleri için aramalarıyla başlıyor. Futbol aşığı Nielsen'in futbol sevgisi egosuna galip gelir ve kendisine yapılan "terbiyesizliği" unutup, teklifi kabul eder... Lakin bu görev onun zannettiği kadar kolay değildir, sadece federasyondaki "ağababalar" ona karşı değildir, spor basını da Nielsen'i istemez, milli takımın önde gelen oyuncuları da bir zamanlar formaları yıkayan, topları taşıyan hocaya "Sen ne anlarsın" havasında dudak bükerler... Piontek'in yardımcılığını yaptığı sürede Nielsen, taraftarı memnun eden güzel oyunun tabelayı değiştirmediği müddetçe boş bir balon olduğunu fark etmiş ve "kazanmaya odaklı sistemi" oyuncularına oynatmak amacındadır ama futbolcular eski alışkanlıklarını değiştirmek istemezler ve sahada da arzu edilen sonuçlar gelmez. Özellikle dönemin Danimarka futbolunun en önde gelen futbolcuları Laudrup kardeşler ile Nielsen arasındaki "inatlaşma" o kadar büyür ki kardeşler milli takımı bırakırlar...

Zaten kendisine karşı olan bir spor kamuoyu varken, Laudruplarla da köprüleri atıp, Avrupa Şampiyonasına da katılma hakkı elde edememek, Richard Möller Nielsen için her şeyin bittiği andır ve hoca da futbolu bir kenara bırakıp, uzun süredir tamir etmeyi düşündüğü mutfak dolaplarına adar kendini. Ama kimsenin beklemediği bir olay olur ve UEFA, Balkanlarda yaşanılan savaştan dolayı grubu Danimarka'nın önünde bitiren Yugoslavya'yı Euro 92'ye katılmaktan men eder ve turnuvanın başlamasına 10 gün kala yerine Danimarka'yı davet eder. Böyle bir gelişmenin gerçekleşeceğini akıllarına bile getirmeyen milli futbolcular çoktan tatile giderken, Danimarka Futbol Federasyonu ise ulusal ligi devam ettirmektedir. İşin aslı Danimarka milli takımı İsveç'e gitse de, kimse onların başarılı olacağını beklemez, grup maçlarını oynayıp, bir an evvel memlekete dönecekleri beklenmektedir, Nielsen ve eşi dışında... Möller Nielsen, hazırlıklarını "apar topar" yapar, milli kadroyu oluşturur ve yine futbol aşkı gururunu yener ve kardeş Brian Laudrup'u ulusal takıma dahil eder... Kağıt üstünde bir Danimarka milli takım kadrosu vardır ama sahada oyuncular yoktur, zira Mustafa Denizli'nin bir zamanlar "İçimizdeki İrlandalılar" sözüyle kendisini baltalamaya çalışanları ifşa ettiği gibi, Nielsen'in başarılı olmasını istemeyen bazı yöneticiler Danimarka Ligini devam ettirip, oyuncuları milli takıma yollamazlar...

Zorluklar peri masalına engel değildir elbet, takım bir şekilde toplanır ve İsveç'e gider. Grupta rakipler İngiltere, İsveç ve Fransa'dır... İlk maç futbolun mucidi İngilizlere karşıdır ve golsüz sonuçlanır. Bir haftalık hazırlıkla bu sonuç pek de fena sayılmaz. Grupta diğer maçta da turnuvanın favorilerinden Papin'li Fransa ev sahibi Brolin ve Dahlin'li İsveç'le 1-1 berabere kalır. İkinci maçta ise ev sahibi Danimarka'yı 1- yener ve Nielsen'in öğrencileri "havlu atarlar"... Ama aslında hiç bir şey bitmemiştir, ufak da olsa bir ümit vardır: Fransa'yı yenmek...

Bir gün yardımcı antrenörü ile oyuncuların idman sahasında yaptıklarını seyrederken Nielsen yardımcısına döner ve "Eksik olan nedir?" der. Peri masalını sürdürecek cevap gelir: "İyi bir hocasın, iyi bir taktisyensin ama iyi bir lider değilsin. İyi oyuncuların var ama iyi bir takımın yok" Sabah antrenmanından dönerken, birden otobüsü durdurur ve akşam idmanı yerine oyuncularına mini-golf oynatır Nielsen. Rakipleri gazeteciler ve maç stresi ile boğuşurken, Danimarkalılar birbirleriyle şakalaşarak golf heyecanı yaşamaktadır. Bu rahatlık Fransa maçına da yansır ve Laudrup'un yerine oyuna giren Elstrup'un golleriyle 2-1 galip gelip yarı finale çıkarlar. Fransa milli takım hocası Platini görevden alınırken, Brian Laudrup daha sonra verdiği röportajda galibiyeti hocanın golf oynatma fikrine bağlar...

Mini golf fikri Nielsen ile oyuncuların arasındaki "soğukluğu" eritmişken, Hollanda maçı öncesi hocanın takımı hamburgerciye götürmesi takımın havasını iyice zirve noktasına taşımıştı. Artık herkes zafere inanmıştı, Danimarka Futbol Federasyonu dışında. Yöneticiler yarı final maçı için topçuların eşleri ve sevgililerini davet edip, onlara otel ayarlamış ama final maçı için böyle bir jestte bulunmamışlardı. Nielsen kolalarını yudumlayıp, hamburgerlerini zevkle mideye indiren oyuncularına döner ve : "Finale kalın, eşleriniz sizinle aynı odada kalacak..." der...

Turnuva öncesi abisiyle birlikte milli takımı bırakan ve son anda İsveç'e giden kafileye katılmakta karar kılan ama içinde "rezil olacakları" düşüncesi olan Brian Laudrup, Nielsen'le aynı frekansı tutturunca, Hollanda maçının yıldızı olur. Hem kendi zevk aldığı futbolu oynar, hem de takımı için sistem dahilinde elinden geleni yapar ve Larsen'in takımını öne geçiren golünde asisti yapar. Hollandalılar kolay geçeceğini düşündükleri maçta neye uğradıklarını şaşırırlar, Bergkamp eşitliği sağlasa da Larsen bir gol daha atar ve Danimarka final için dakikaları saymaya başlar. Schmeichel kalesinde devleşir devleşmesine de Andersen ve Sivebaek sakatlanınca, maçın son dakikalarını eksik oynar Danimarkalılar ve son düdüğe dört dakikalar kala Rijkaard takımı adına beraberlik golünü atar.

10 kişi ile 30 dakika uzatma oynamak hiç de kolay olmasa gerekti ama Nielsen oyuncularını rahatlatır "Çıkın ve hayatınızın maçını oynayın"... Öyle de olur, başta Schmeichel olmak üzere Danimarkalılar tarihi bir savunma yaparak maçı penaltılara taşırlar. Büyük oyuncuların penaltı kaçırması meşhurdur ya, portakallarda da van Basten'in vuruşunu Peter Schmeichel kurtarırken, Nielsen'in seçtiği 5 penaltıcı da fileleri havalandırmakta mahirdir.


Ve final... Plajdan topladığı futbolcularla Avrupa Şampiyonasına gelen Danimarka, son Dünya Şampiyonu Almanya karşısına çıkıyordu. Favori tabii ki panzerlerdi ama Nielsen'in oyuncuları artık hocasıyla birlikte bir takım olmuşlardı. Maça da iyi başlayan Vikingler, daha 20 dakika dolmadan Jensen'le öne de geçmişlerdi. Peri masalı mutlu sonla bitecek miydi? Pabucun pahalı olduğunun farkına varan Berti Vogts'un öğrencileri beraberlik için tüm hatlarıyla Danimarka kalesine giderler gitmesine de, finalin yıldızı Schmeichel'i bir türlü geçemzler. Böyle maçlarda bir gol o kadar önemlidir ki, eğer Nielsen'in takımı kalesinde golü görse, Almanlar ikinciyi de atacaklardı belki ama Ümit Aktan'ın Arif'in vuruşunda "Schmeichel değil bütün Michael'lar gelse çıkaramaz" diye köşeye çaresizce uçuşunu anlattığı sarışın kaleci günündedir, gol yememeye niyetlidir.

Almanlar tüm hatlarıyla gol için saldırırken, sahneye Kim Vilfort çıkacaktı... Fransa maçı öncesi eşinden gelen telefonla milli takım kampından ayrılıp lösemi tedavisi gören çocuğunun yanına gidip, hastanede onunla birlikte arkadaşlarını izlerken "Baba ben seni sahada görmek istiyorum" diyen kızının ricasını kıramayan Vilfort. Dakikalar 78e gelmişken, Helmer ve Brehme'ye çalım atıp ceza sahasına girer girmez topu filelere yollarken, peri masalı da gerçek oluyordu... Danimarka Avrupa Şampiyonu...

Peki hocaya gereken saygı gösterilir mi? Tabii ki hayır, Richard Möller Nielsen o sene Danimarka'da yılın teknik adamı seçilmez, başarı oyunculara mal edilir ama Avrupa futbol kamuoyu gerçeği görür: Nielsen 92 yılında Avrupa'nın En Başarılı Teknik Direktörü seçilir...


Blog Widget by LinkWithin