30 Haziran 2010 Çarşamba

Nike'ın Laneti Mi?

Dünya Kupası maçları öncesi Nike firmasının hazırlamış olduğu ve bizlerin de sinema filmi izler gibi büyük bir beğeniyle seyrettiğimiz Nike: Write The Future (Geleceği Sen Yaz) reklam kampanyasını hatırlıyorsunuzdur, hatırlamaya da gerek yok aslında zira hala maçlar öncesi televizyonda bol bol gösteriliyor... Portekiz'in dün gece İspanya'ya elendiği maçta Ronaldo'nun her topun başına geçişinde bu reklam filmi aklıma geldi ve birden reklamda rol alan oyuncuların bir bir turnuvadan elendiklerini hatırlayıp, Nike'ın uğursuzluğuna inandım...

Nasıldı reklam, bir bakalım:
Didier Drogba'ya başlıyordu tanıtım ve Fil Dişili oyuncu İtalyan savunmasını "hallaç pamuğu" gibi atıp, tam golünü atacakken, kameralar Drogba'nın memleketine çevriliyor, her tarafta bayram havası yaşanırken, havai fişekler gökyüzünü aydınlatıyordu... Peki, gerçekte ne olmuştu hemen anımsayalım; Drogba turnuva öncesi sakatlandı, "Afrika'da oynayamaz" dendi, azmetti ve oynadı da Fil Dişi Sahilleri'nin kaptanı ama yeşil-turunculular, Portekiz'le beraber kalıp, Brezilya'ya yenildi ve sadece Kuzey Kore karşısında kazanıp, kupadan daha grup müsabakalarında elenirken, kaptan Drogba sadece Brezilya maçında bir gol kaydetme başarısı gösterdi...

Reklama ara vermeden devam edelim, Drogba'nın vurduğu topu çizgiden çıkararak İtalya'da kahraman olan Fabio Cannavaro, memleketinde dansçı kızlar eşliğinde "rovoşetası"nın zevkini çıkarırken, Güney Afrika'daki Dünya Kupasında ise "Gök Mavililer" Paraguay, Yeni Zellanda ve Slovakya'nın bulunduğu grubu son sırada bitirerek büyük hayal kırıklığı yarattılar...

Cannavaro'nun "makasla" uzaklaştırdığı topla buluşan isim ise İngilizlerin, Güney Afrika'da çok şey bekledikleri Wayne Rooney'dir. Manchster United'lı golcü, kaptığı topu maçın son dakikalarında Arsenal'li Theo Walcott'a "paslarken", araya Ribery girmekte ve İngilizler için bir rüya sona ermektedir. Filimde Rooney'in hayatı kararırken, gerçek dünyada ise reklam daha Afrika'daki turnuva başlamadan Walcott'a "uğursuz" gelmiş ve genç futbolcu İngiltere ile Güney Afrika yolunu tutamamıştı. Theo Dünya Kupasında değildi ama milli takım hocası Fabio Capello'nun sectiği İngiliz oyuncular, grup maçlarında "Easy" olarak adlandırdıkları grupta Amerika ve Cezyair beraberliklerinden sonra, Slovenya'yı zor da olsa 1-0 ile geçip, Almanya'nın rakibi olmuşlar ama "panzerler" karşısında 4-1 gibi tarihi bir skorla maçtan yenik ayrılıp, Ada'ya gerisi geri dönerken, reklamın kahramanı Wayne Rooney ise fileleri sarsmayı becerememişti... Bu arada filmde İngilizlerin başarısız olmasını gazeteden okuyan ve mutluluk tebessumleri veren Donovan ile Tim Howard'ın Amerika Birleşik Devletleri, Afrika'da yer aldıkları C grubunu ilk sırada bitirmiş ama eleme maçlarında Gana'ya uzatmalarda 2-1 yenilmekten kurtulamamıştı. Ulkesi adına Nike'ın reklam filmi pek kısmetli gelmese de Donovan, filimde rol alan topçuların en şanslısı olmuş ve turnuvada ulkesi adına 3 gol atmıştı...

Ronney'in Walcott'a attığı pasın arasına girip, kazandığı topla kendine has çalımlarla reklam filiminde döktüren Fransız Ribery ve milli takımı için Güney Afrika'daki turnuva tam bir kabusa dönüşmüştü. Horozlar, grupta ilk maçta Uruguay maçını golsüz berabere bitirmiş, ardından Meksika ve Guney Afrika'ya yenilerek A grubunu son sırada noktalamış ve başları önde evlerine dönmüşlerdi ama kaybetmekten ziyade Anelka'nın teknik direktör Domenech'e küfretmesi, Evra'nın başını çektiği futbolcuların idmanı boykot etmeleri damga vurmuştu gündeme...

Walcott gibi Nike'ın uğursuz geldiği bir diğer futbolcu da Ronaldinho olmuş, reklamda dünyayı, hatta Kobe Bryant'ı bile yaptığı samba ile etkileyen Brezilyalı, Dunga tarafından milli takıma davet edilmemiş, maçları televizyon başında seyretmeye mahküm edilmişti. Ronaldinho'nun Brezilya'sı şimdilik oynadığı maçları kayıpsız atlatıp, çeyrek finalde Hollanda ile yapacağı maçı beklemeye koyulurken, biz de reklam filminde yer alan iki ülkeden Hollanda'ya mı yoksa Brezilya'ya mı kötü talih getireceğini merak etmekteyiz şimdiden reklam filminin...

Ve reklamın final sahnesinde Portekiz'li Cristiano Ronaldo topla buluşup, Hollandalı savunmacılar arasından sıyrılıp, gole giderken yere indirildiğinde,dünya duruyor, Ronaldo serbest atış kullanmak üzere topu dikip, kendine has adımlarla gerilip, rakip kaleye bakarken, hayatında neler olacağını hayal etmekte, lakin düşlerinin içinde Güney Afrika'da dört maç oynayıp, kendisinin sadece bir gol atarak daha çeyrek final görmeden milli takımının eleneceğini ve son maçta sinirden kameramana tüküreceği yer almamaktadır...

Nike'ın "Geleceği Yazan" futbolcuları turnuvada çeyrek final yüzü görememişken, reklamda Rooney ile masa tenisi oynayan Federer'in de Wimbledon'dan finale gelmeden elendiği haberini okuyunca bugün ajanslardan, reklam filminin lanetine iyice inanmış oldum...

Peki, yemek masasında Rooney'i manşetlerde okuyup, gazeteyi sinirden fırlatan Fabregas, Iniesta ve Pique bu lanetten nasibini alacak mı acaba? ya da onları giydikleri Adidas formalar koruyacak mı, hep beraber izleyeceğiz...


Gerçek Fenerbahçeli!

Sarı-lacvertli takımın yeni transferi Caner Erkin, kendisinin gerçek bir Fenerbahçe taraftarı olduğunu kaydetti.
Galatasaray'da oynarken de geçmişte de Fenerbahçe taraftarı olduğunu açıkladığını anlatan Caner, ''Ben gerçekten Fenerbahçeliyim'' diyerek sözlerinin tamamladı.

Ya ben böyle bir açıklamayı kaçırdım, ki Galatasaray forması giydiği dönemlerde "Ben Fenerbahçeliyim" açıklaması yapması Türk futbolu adına büyük devrim olacaktır, ya da Caner şimdiden yeni kulübünün taraftarlarıyla arasını yapmaya başlamış...

Ne diyelim, yolu açık olsun "Gerçek Fenerbahçeli"nin...

CSKA Sofia'da Transferler


Takımın teknik direktörlüğüne Almanya deneyimli Pavel Dochev'i getiren CSKA yönetimi, Dünya Kupası maçlarının oynandığı ve medyanın tüm ilgisinin Afrika'da olduğu bu günlerde takıma peşi sıra 3 tane yabancı oyuncu transfer etti...
Bu oyunculardan en son takıma katılan Portekiz'in Academica Coimbra takımından Bulgaristan'a gelen Gana'lı William Kwabena Tierro oldu. 30 yaşındaki futbolcu orta sahada görev yapmakta ve çalışkan yapısıyla Dochev'in oynatmak istediği mücadeleci futbolun kilit taşlarından biri olması beklenmektedir. William Kwabena Tierro, Appiah'lı, Mensah'lı, Panstil'li Gana Olimpiyat takımında oynarken futbol simsarlarının dikkatini çeker ve Portekiz'in Vitoria de Guimaraes takımına transfer olur. Oradan Naval de Maio'ya geçen Gana'lı oyuncu, 2007 senesinden beri Academica formasını terletmekteydi.
CSKA Sofia takımına güç katması beklenilen bir diğer futbolcu da 22 yaşındaki kanat oyuncusu Gregory Nelson. FC Amsterdam ve AZ Alkmaar genç takımlarından oynadıktan sonra, Alkmaar'ın A takımına çıkarılan Nelson, burada kendini gösteremeyince RBC Roosendal'a transfer oldu ve oynadığı 16 maçta attığı 5 gol ile daha çok yetenekli ama ismi duyulmamış oyuncuların peşindeki Dochev'in dikkatini çekti. Geçtiğimiz günlerde Sofya'ya gelen genç oyuncu ile 3 yıllık kontrat yapılması da bu transferin sadece günü kurtarmaya yönelik olmadığını, aynı zamanda Bulgar yöneticilerin geleceğe dönük planları olduğunu da gösteriyor...
Orta saha ve hücüm hattına takviyeler yapan CSKA yönetimi, İtalyan savunmacı Giuseppe Aquaro'yu da takıma kazandırarak geri dörtlüyü de kuvvetlendirmeyi seçti. İtalya'da başlayan futbol kariyerinin büyük bölümünü İsviçre'de geçiren Aquaro, Bellinzona ve Vaduz takımlarında oynadıktan sonra, en son Aaarau takımda forma giymişti...
Bu üç oyuncu ile kadrosunu güçlendiren CSKA, son olarak da bir başka İtalyan savunmacı Fabrizio Grillo ile anlaşmak üzere. Başkente gelen Grillo, sağlık kontrollerinden geçti ve son anda herhangi bir pürüz çıkmazsa seneye kırmızı-beyazlı forma için mücadele edecek...

28 Haziran 2010 Pazartesi

Teröre Tepki Yürüyüşü

Bugün gerçekleştirdiğimiz yürüyüşümüzde, Kahraman Mehmetçiğimizin yanında olduğumuzu, hainlerin amaçlarına asla ulaşamayacaklarını, vatanımızın bölünmezliğini ve kutsallığını, yürüyüşümüze katılan büyük bir kalabalıkla birlikte dosta düşmana bir kez daha haykırdık.

Saat 14.00'da Galatasaray Lisesi önünden hareket ederek, İstiklal Caddesi boyunca yaptığımız tezahuratlar ve verdiğimiz anlamlı mesajlarla yürüyüşümüzü gerçekleştirdik.Taksim Meydanı'nda şehitlerimiz için 1 dakikalık saygı duruşunun ardından, İstiklal Marşı'nı okuyup, basın bildirisini duyurduktan sonra yürüyüşümüzü sonlandırdık.

Yürüyüşümüzde renk ayırımı olmadan, her renkten, her takımdan katılımcılar da oldu.Türk milletinin birlik ve beraberliği halinde gücünün ne kadar da büyük olabileceğini bir kez daha göstermiş olduk.

Bir kez daha tekrar etmek isteriz ki; hain ve alçaklar emellerine asla ulaşamayacaklar ve Türk milletinin birlik ve beraberliğine, kutsal vatanımızın bölünmezliğine asla darbe vuramayacaklardır.

Yaşasın TÜRKİYE CUMHURİYETİ!


Arjantin:3-1:Meksika


Maradona'nın şampiyonluğa aday takımı ile taktisyen Javier Aguirre'nin Meksika'sının karşılaşmasını futbol severler ajandalarına "kaçırılmayacak" ibaresi ile not etmişken, kimsenin aklına bu karşılaşmada gündüz saatlerinde oynanan İngiltere-Almanya maçından daha beter bir hakem skandalı yaşanacağı gelmiyordu elbette... "Hakemler her şeyi berbat ettiler. Verdikleri yanlış karar ile takımın konsatrasyonu bozuldu ve arkasından ikinci golü yiyerek, maçı rakibe verdik" diyerek aslında özetlemişti maçı Meksika teknik direktörü...
Beklenilenin tersine ikinci çeyrek finalisti belirleyecek karşılaşmaya Meksika daha istekli başlamıştı ki, Salcido'nun füzesi Romero'nun çaresiz bakışları arasında direkten dönmüş, Guardado'nun vuruşu Arjantinlilerin yüreklerini ağızlarına getirmişti... Bu iki pozisyon sonrası defansta daha dikkatli davranan Arjantin, Messi'nin yaratıcılığına bağlarken gol ümitlerini, 10 numara da beklentileri boşa çıkartmıyor, Tevez'in önüne yuvarladığı Meksika kalecisi Perez'den sekip "şeytanın bacağını kırmak" üzere kendisine gelince, zarif bir dokunuşla topu filelere yolluyor ama iki-üç adım ilerde ofsayt pozisyonundaki Tevez topa dokununca kızılca kıyamet kopuyordu... Önce hakem golü geçerli sayıyor fakat stad skorbordundaki tekrardan golün ofsayt olduğunu gören Meksikalılar yan hakeme hucüm ediyor, orta hakem Roberto Rosetti golü iptal etmek üzereyken, bu sefer Arjantinliler saldırıyor kendisine ve bu kargaşa içinde "Düdük bende, benim dediğim olur" dercesine Rosetti, göz göre göre yanlış bir karara imza atarak Arjantin'in golünü geçerli sayıyor. Stadı dolduran taraftarların ve Meksikalı oyuncuların gördüğünü yan hakem görmese bile, dördüncü hakemin görmeme ihtimali yokken, Rosetti'nin Jerome Damon tarafından neden uyarılmadığını merak etmekteyim, ki dördüncü hakemlere FIFA tarafından oyuna müdahale etme yetkileri verilmişken... Akılları bu tartışmalı pozisyonda kalan Meksikalılar, tehlikeli bölgede top dolaştırırken, Osorio Jabulani'yi ayağına dolaştırıyor, baskı yapan Higuain topu çalıp, kariyerinin rahat gollerinden birini atarken, gol krallığı yarışında da öne geçiyordu...

İlk devre hiç de beklemedikleri bir skorla soyunma odasına rahat giden Maradona'nın öğrencileri, Almanya ile karşılaşma hesapları yaparak çıktıkları ikinci yarının başında Tevez'in Uruguay'lı Suarez'e nazire yaparcasına attığı üçüncü golle rahatlarken, biz de artık Maradona'nın Javier Pastore'yi oyuna almasını beklemeye koyuluyorduk. Hoca bize Javier'i seyretme zevkini son üç-beş dakikada tattırdı ama başka bir Javier, Meksika'lı Javier Herrnandez'in mükemmel bir top kontrolü ile rakibinden sıyrılıp, Romero'nun tuttuğu köşeye topu "zımbalaması" ile futbol dilencilerine "servet" bağışlamış oldu...

Çekişmeli geçmesi beklenilen müsabaka, hakem dörtlüsünün "organize" hatası sayesinde Arjantin adına kolay bir mücadeleye dönüşürken, tartışmalı kararlarla çeyrek final vizesi alan Almanya ve Arjantin'in 3 Temmuz'da oynayacakları müsabakada neler olacağını şimdiden merak etmeye başladık bile. Umarım takımlar hakemden şikayet etmez ki, İngiliz ya da Meksikalı taraftarlar basmazlar stadı...

27 Haziran 2010 Pazar

Almanya:4-1:İngiltere


C ve D gruplarında son maçlar biter bitmez, "erken final" diyebileceğimiz Almanya-İngiltere maçının heyecanı kaplamıştı futbolseverleri. Franz Beckenbauer "İngilizler, daha ilk turda Almanlarla eşleşecek kadar aptal davrandı" derken, şüphesiz ki böyle farklı bir skor beklemiyordu memleketinin gençlerinden, tam tersi iki testiden birinin erken kırılmasından çekiniyordu, Almanların da turnuvaya erken veda etmesi seçeneği de korkutuyordu İmparatoru... İki ulusun renkli basınlarının ortamı germesi, tarihi maçlara atıfta bulunmaları, memleket futbolunda söz sahibi şahsiyetlerin karşılıklı atışmaları derken de beklenilen gün gelip çatmıştı...

Bir çok kişi değişik sebeplerle rengini seçmişken, benim tercihim hala yapılmamıştı maçtan evvel, bir tarafta sahadaki duruşları ve oynadıkları futbolla sevgimizi kazanmış olan Steven Gerrard ve Frank Lampard yer alırken, karşı ekipte ise bizden biri olan Mesut Özil ile bitmez tükenmez enerjisine hayran kaldığım Philipp Lahm mücadele etmekteydi. Onun dışında çocukluk günlerimizden beri bütün ulusal turnuvalarda benim biraderin Hollanda sevgisine, sebepsiz bir Almanya desteği ile karşı çıkmam vardı ki, milli marşlar söylendiği esnada terazi Almanlardan yana ağır basıverdi...

Takımlar ulusal marşlarını söylemeyi bitirip, Jabulani orta sahaya konduğunda ise kulaklarıma gelen bir güzellik beni mest ediyordu: "Arı vızıltısı" lakaplı Vuvuzela seslerini bastıran taraftar tezahuratları eşliğinde izleyecektik maçı...

Bir de "kibar" hoca Muhsin Ertuğral eşlik edecekti maçın spikeri Levent Özçelik'e 90 dakika boyunca ama TRT de ufak bir sorun vardı, Ömer Üründül hariç maçları yorumlayanların mikrofonları nedense sorunluydu, dün Feyyaz Uçar'ı duymakta sıkıntı çekerken, bugün de Muhsin Hocanın dediklerini de zar zor anlayacaktık, anlaşılan...

Oyun, final sıfatına yaraşır kontrollü bir tempoda başladı, iki takım da Kırkpınar güreşçileri gibi birbirlerine "el ense" çekip, güçlerini tartarken, Almanlar "olgun ataklarla" gelip İngilizlerin üzerine, ara paslarla delmek arzusundaydı Terry-Upson ikilisinin örmüş olduğu duvarı, oysa Capello'nun takımı daha cok Rooney'e atacakları uzun toplarla "gafil avlamak" niyetindeydi rakiplerini... Bu karsılıklı kontrol, Mesut'un bir pozisyonu dışında heyecansız ve sıkıcı bir oyuna işaret ederken, esnetmeye de başlamıştı televizyon başındakileri... Sadece maçı seyredenler değil, İngiliz savunmacılar da ninni dinleyen bebekler misali uykuya dalmışlardı ki, Alman defansından atılan uzun bir top Miroslav Klose'nin önüne düştu ve Alman golcü maç başından beri belki ilk kez topa dokundu, onda da James'i mağlup ediverdi... Daha yirminci dakikada topu santraya diken İngilizler, rakibini kontrol edemeyen Upson mı suçlu, yoksa 40 yaşın tecrübesini unutup, "çaylak" bir kaleci gibi ceza sahasındaki topa çıkmaya tereddüt eden James mi yaktı takımı sorularına cevap bulamamışken, Lukas Podolski ile Loew'ün takımı farkı ikiye çıkarıyordu. Futbol akademilerinde ders olarak gösterilecek kalitedeki golde, Mesut kendi ayarı sahasından topu takımdaşına atıyor, her Alman oyuncu tek pasla bir arkadaşını buluyor ve ceza sahasındaki Mueller bencil davranıp, şut atmak yerine ters tarafta rahat pozisyondaki Podoslki'ye uzatıyor Jabulani'yi, Köln'lü golcü de James'in kapamış olduğu köşeden topu bir defa daha ağlarla buluşturuyordu...

Erken gelen iki gol Almanları rahatlatıp, Minih'te yaşanılan 5-1lik bozgunun rövanşını alma hayallerine sevk ederken, İngilizlerin ufak ufak kıpırdanmaları, Klose'nin attığı golün "yaratıcısı!" Upson'ın selvi gibi Alman savunmacılar arasında en tepeye sıçrayarak meşin yuvarlağı Neuer'in koruduğu kaleye yollamasıyla sonuçlanıyordu. "Golde bir kusurum varsa, ben hatamı telafi ettim" dercesine sevinirken İngiliz savunmacı, İstanbul'da peri masali gibi bir Şampiyonlar ligi finali yaşamış Gerrard da takım arkadaşlarına, o maçı hatırlatır gibi jestlerde bulunuyordu...
Aslında haklıydı da kaptan, maç bir anda dönebilirdi belki de ama futbol tanrıları vakti evvelinde yaptıkları bir hatayı telafi etmeye niyetlenmişlerdi belli ki. 66 senesindeki finalde topun çizgiyi geçtiğine karar veren Azeri hakemin hatasını, başka bir yanlışla Uruguay'lı Larrionda düzeltiyor ve Lampard'ın müthiş vuruşunda direkten sekip gol çizgisinden bir adım kadar içeriye düşen topa gol kararı vermiyordu. Daha ilk yarıda gelen üç golle, zevkten dört köşe olan biz futbol dilencilerinin, zevkle yenilen bir yemekten sinek çıkması talihsizliğine benzer bir durumla maçın geri kalanı için iştahı da kalmamıştı. Her açıdan görülebilecek bu pozisyonda orta hakem ve yan hakemin neden santrayı göstermediklerini, uzun yıllar tartışacak spor basını, belki de bu hata, ben her ne kadar taraftarı olmasam da futbola teknolojinin sokulmasına da ön ayak da olacak, çipli toplar üretecek Adidas firması, 2014'teki kupa için, kim bilir...

Soyunma odasına yuhlamalar eşliğinde giden hakem triosunun ikinci yarı bu hatayı telafi etmeye kalkışmayacaklarını umarak başladık izlemeye maçın ikinci devresini. Bu görüşte olan maç yorumcusu Muhsin Ertuğral'ın "Hakem ufak nüansları kaçırıyor" tespitine, Levent Özçelik'in "Sadece nüansları mı hocam, hakem golleri kaçırıyor" vurgusu spor literatürüne geçecek nitelikteydi... 2-1lik "tehlikeli" skor yine ekiplere kontrollü oyunu tercih ettirirken, ilk devrenin başlangıcına benzer bir senaryoyu izlettiriyordu futbolseverlere, yalnız tek farkla... Almanlar defansı tercih edip, "kontra"yı hesaplarken, İngilizler geliyordu takım halinde bu sefer rakiplerinin üzerine... Bu gelişlerinden birinde yine Almanlara gafil avlanıyorlar, yine panzerler "derslik" bir gol atarak skoru 3-1'e getiriyorlardı. Lampard'ın serbest atışında, barajdan dönen topu Mueller alıyor, çaprazda koşan Schweinsteiger'e uzatıyor, Mesut ters koşu yaparak zaten az kişi yakalanan İngiliz savunmasını dağıtırken, ilk pası yapan Mueller boş pozisyonda topla buluşup James'in tuttuğu köşeye vuruyor, tecrübeli kaleci bu topu da çıkaramıyordu... Green'in hatası sonrası kaleyi teslim alan James'in sonu da oldukça manidar oluyordu: Üç gol, üçünde de kaleci hatası...
Direnci kırılmış İngilizlere, son darbe de o dakikaya kadar sahada gezinen Mesut'tan geliyordu. Gurbetçi topçu, oyun disiplinden kopmuş vaziyette takım halinde Alman yarı alanında bulunan İngilizlerin boşalttığı alanı iyi kullanıyor, ceza sahasına kadar sürdüğü topu, FİFA'nın daha sonra maçın adamı seçeceği Mueller'e aktarıyor, Alman golcü de memleketinin tarihine adını yazdırıyordu...

70.dakikada gelen dördüncü golden sonra oyunun bitmesine daha 20 dakika vardı ki, futbol adına oldukça uzun bir süreydi ama ne İngilizlerde bu vakti değerlendirecek moral kalmıştı ne de Almanlar sonraki maçları düşünerek kendilerini yormak istemişlerdi ve iki takım da skor tabelasında yazan sonuca razı olmuşlardı.Almanya:4 İngiltere:1


Galatasaray'ın Basketboldaki Yeni Yapılanması


Blogumuzun basketbol yazarı Gürkan'ı "hasta yatağından" kaldırdık ve kendisinden Galatasaray Erkek Basketbol takımında son günlerde meydana gelen gelişmelerle ilgili bir yazı yazmasını rica ettik, bizleri kırmadı ve başta Oktay Mahmuti olmak üzere, takıma yeni katılan oyuncuları u/M blog için değerlendirdi... Buyurun:

NBA final serisi geldi geçti. Hep beraber izledik, heyecanlandık, uykusuz geceler geçirdik. Süper bir kapanış maçı ile Lakers şampiyon oldu. Sevgili işverenim Sabri abi de dedi ki "Yaz şu final serisini". Destekledi, pohpohladı ve ben de maç maç size analiz ettim. İnşallah sıkmamışızdır sizleri. Tabi kontratımda asıl işim olarak “Galatasaray Basketbol Takımı”nı analiz edip sizlere sunmak maddesi olduğu için önümüzdeki sezon sizlerle buluşmayı planlayıp ve yeni sezondaki yazıma muhtemelen “uzun bir aranın ardından sizlerle buluşmaktan çok memnunum” tarzı bir yazı ile giriş yapacakken, kısacık bir aranın ardından tekrar karşınızdayım.

Bu kadar kısa zamanda dönmemin sebebi taraftarı olduğum takımımın şu ara basketbol dünyasını fazlaca meşgul etmesi. Çünkü Galatasaray Erkek Basketbol takımı ciddi anlamda yatırımlar yapıp bizleri heyecanlandırıyor. Hatta bu durum ilerleyen günlerde bir coşku seviyesine de çıkabilecek gibi görünüyor. Bunun üzerine Sabri abi de dedi ki “Gürkan sezonu erken aç” ben de teşekkürlerimi ileterek sezon öncesi atılımlarımızı bir değerlendireyim dedim. Son yıllarda gelişen bazı olaylar bizi üzse de yönetim artık o başarısızlık ve talihsizliklere dur dedi sonunda. 2007-2008 sezonundaki Final-Four başarısının ardından ciddi anlamda bir düşüş yaşandıktan sonra, bir de geçtiğimiz sezon Cemal Nalga olayı patlak verince iyice canımız sıkılmıştı. Ancak takımımız bu olaydan sonra öyle kenetlendi ki ligde kalmayı bir yana bırakalım neredeyse Play-offlara kalacaktı. Bu başarının üstüne radikal kararlar da alındı.
Bir sabah yaptığım rutin blog gezintileri sırasında “salsabasket”te gördüğüm bir haber anında dikkatimi çekti. Özel haber ilintisi ile yayınlanan yazıda Galatasaray’ın “Oktay Mahmuti” ile anlaşma yolunda olduğu yazıyordu ki "yok artık" diyesim geldi. Bir yandan da “keşke” dedim ama pek ihtimal vermiyordum. Fazla geçmeden öğleden sonra kulüpten resmi açıklama gelmiş ki ben anlaşma haberini “ntvspor” kanalında son dakika alt yazısında öğrendim. Tabi hemen resmi internet sitemize hücum ettim, detay aradım vs… Oktay Mahmuti ile anlaşmak onu Galatasaray çatısı altına getirmek büyük başarı. Öncelikle bazı yönlerde çok eleştirdiğim yönetimimizi (özellikle Evren Büker’i elden kaçması) bu açıdan tebrik etmemiz gerekir. Ciddi anlamda çok büyük bir iş başardılar. Türkiye’nin en kariyerli ve bana göre en iyi antrenörünü getirmek Galatasaray Basketbol takımının zihniyet değiştirmesi anlamına geliyor. Mahmuti’nin kariyerini anlatmaya gerek yok. Efes’i Final-Four oynatması ve son olarak Benetton’u çalıştırırken o kısıtlı bütçe ile başarıdan başarıya koşup ödül olarak da Euro-Cup’ da yılın antrenörü seçilmesi başlı başına bir başarı öyküsü.

Son yıllarda Efes Pilsen - F.Bahçe Ülker ikilisinin 20-30 milyon dolar bütçe ile takımlar kurup belli ölçüde başarı sağlamalarına karşın, Cafe Crown sponsorluğu ile birlikte genellikle ilk beş içerisinde yer almayı başarıp, play-off'larda da yarı final görebilen bir Galatasaray izledik. Yukarıda da değindim bu süre içinde en ciddi başarı Galatasaray’ın adeta kazıyarak elde ettiği Final-Four başarısı. Bu tablo kapsamında rakipleri ile bütçe anlamında mücadele edemeyen Galatasaray taraftarının gönlünde ise uzun zamandır Efes Pilsen ya da F.Bahçe Ülker ikilisine rakip olmak yatıyordu. Bu yolda yönetimsel anlamda atılan ilk adımın Efes Pilsen'in eski koçu Oktay Mahmuti olması önemli elbette. Koçumuz ile yapılan sözleşmenin üç yıllık olması ilk dikkat edilmesi gereken detay. Bu detay orta vadeli bir planın varlığı işaret ediyor bize. Zaten koç da resmi İnternet sitemize ve Galatasaray televizyonuna yaptığı açıklamada buna değindi. Ben de orada dikkatimi çeken birkaç noktayı sizinle paylaşayım.

Takımın hedefini “Gelenek sahibi olmak” olarak belirleyen Mahmuti, ana hedeflerinin günü kurtarmak değil, uygun bir program elde etmek ve Galatasaray Cafe Crown’u kimlik, gelenek sahibi bir takım hâline getirmek olduğunu söyledi. Galatasaray Spor Kulübü yöneticileri ile birkaç görüşmenin ardından ortak bir fikre sahip olduklarını belirten başarılı antrenör, ‘’Bir yapılanma sürecindeyiz. Şu an net olarak hedef söylememiz mümkün değil. Ancak hoş basketbol oynayan ve sürekli mücadele eden bir takım olmak istiyoruz’’ dedi. Tabi Oktay Mahmuti olduğu zaman beklentiler arttığı gibi transferlerde de flaş isimlerin takıma katılabileceği beklentisi doğdu. Mahmuti, bu konuda da ayrım yapamayacağını anlatarak, ‘’Sonuçta bir kimyadan bahsediyoruz. Bu kimyayı, sinerjiyi nasıl üst seviyelere getirebiliriz, onların çalışmasını yapacağız. Sahaya çıkan her oyuncu, Galatasaray formasını taşıyacak. Ve Galatasaray’ı temsil edecek. Biz de bu bilince sahip oyuncularla beraber olacağız. Benim burada olmam dolayısıyla bütçe artmayacak. Biz sadece kafamızdaki sisteme uygun oyuncularla çalışacağız” diyerek hedefler doğrultusunda oyuncu alınacağını ve Galatasaray formasının hakkını verecek oyuncularla çalışılacağını belirtti. Daha birçok konuya değindi koç ama buraya almak uzun sürer. Merak eden okurlarımız kulübümüzün resmi internet sitesinden takip edebilirler.

Oktay Mahmuti’yi yıllarca kendi ligimizde izledik, Efes Pilsen'de çalışmasının neticesinde inanılmaz bir Avrupa deneyimine sahip olan koç, bu deneyimi 2 sezon İtalya'da çalışarak daha da ileri seviyelere getirdi. Vizyonu geniş, gelişime açık kişiliği, engin tecrübesi kariyerine pozitif anlamda bir şeyler kattırmıştır mutlaka. Oktay Mahmuti deyince tabi aklımıza “muazzam bir savunma anlayışına sahip takım” gelir. Takım karakterini savunmada yansıtır. Sürekli mücadele eden, az sayı yiyen takım içinde sivrilen oyunculardan ziyade herkesin tamamlayıcı bir rolünün olmasını tercih eden, alan savunmasına çok mecbur kalmadıkça başvurmayan, defansif anlayışını birebirde geçilmeme üzerine kuran, hücumda ise sistem gereği takımın skorerini perdelerden çıkarma üzerine kuran ve en önemlisi her maç farklı bir ismin ön plana çıktığı takımlar yarattı hep sevgili koç. Bu sistemi takımımızda da işleyeceğini düşünüyordum ki buna uygun transferler ardı ardına gelmeye başladı. Mahmuti, röportajda yeni sezonda öncelikle yerli rotasyonunu oluşturmanın önemini vurgulamıştı ve kadroyu birbirlerini tamamlayıcı unsurlar taşıyan oyunculardan oluşturmak istediklerini söylemişti.

Bu bağlamda ilk transferimiz Ermal Kurtoğlu oldu. Beko Basketbol Ligindeki 3+2 kuralı nedeniyle çok çok önemli olan yerli rotasyonunu kuvvetlendirebilmek adına çok önemli bir transfer Kuqo. Uzun zamandır boyalı bölgede bu tarz bir yerli oyuncu eksikliği çekiyordu sarı kırmızılılar. Sırtı dönük oynayabilen, fiziğini kullanıp pota altını domine edebilecek bir uzun Ermal, ayrıca iyi bir orta ve uzak mesafe şutu da var. Tabiri caizse buraya cuk diye oturabilecek tipte bir oyuncu. Wilkinson ve Rancik gibi hücumda yüzü dönük etkili olabilen uzunların yanında Fatih Solak gibi tamamen savunmaya odaklanmış bir uzun rotasyonuna sahip olan Galatasaray takımı hem hücum hem savunmada müthiş katkı verecek bir oyuncuya sahip oldu. Son iki sezonu daha çok oturarak geçirmesi, Oktay Mahmuti'nin varlığı, oynamaya aç oluşu ve taraftar desteği bu transferde etkili olan yan faktörler. Ben iyi performans göstereceğini ve çıkışa geçeceğini düşünüyorum. Ermal’in forması için verdiği değerin en çarpıcı örneği 2006 Dünya Şampiyonasında maş esnasında çıkan sol el baş parmağını önemsemeyerek hemen kenarda yerine oturtturması ve maça devam etmesiydi. Maç sonunda yapılan röportajda Murat Kosova’nın "Oynayabilecek misin?" sorusuna “Sol elim abi sorun değil ben sağ elimle şut atıyorum, yerine oturttular buz yaparız geçer” cevabı ne kadar hırslı ve mücadeleci bir oyuncu olduğunu anlatmaya yeter de artar bile. Rancik’e de değinmişken, geçtiğimiz sezonun en formda ve en iyi oyuncusu olan ve Galatasaray taraftarının sevgilisi olan Sloven oyuncunun sözleşmesinin 2 yıl uzatıldığını da hatırlatalım.

Ermal transferinden sonra bir antrenör transferi gördük sarı kırmızılı takımımızda. Efes Pilsen’de uzun yıllardır yardımcı antrenör olarak çalışan Emir Alkaş, yeni sezonda Oktay Mahmuti’nin yardımcılığını üstlenecek. Özellikle Efes’de görünmeyen kahraman statüsünde görev yapan başarılı antrenör deneyimlerini artık Galatasaray’a aktaracak.

Özellikle yerli rotasyonu konusunda çok titiz çalışma yapılacağını belirten Oktay Mahmuti bu bağlamda ligin en iyi üç oyun kurucusunda biri olan Tutku Açık’ı da ikna etti ve Tutku Galatasaray’lı oldu. Özellikle Telekom’da gösterdiği mükemmel performans hala aklımızda. Asist kategorisinde hep üst sıralarda bulunması, ritmini bulduğunda yağmur gibi üçlükleri göndermesi, oyun sezgisi, pick and roll’u harika oynaması, takımı nasıl oynatacağını bilmesiyle modern bir oyun kurucu görüntüsü çiziyor Tutku. Bana göre yerli rotasyonunda ligdeki en iyi 3 oyun kurucudan biri (diğer ikisi Efes’de zaten). 30 yaşında olmasını da hesaba katarsak(basketbolda en verimli dönemdir) Tutku çok büyük katkı verecektir takımımıza.

Yerli rotasyonunda Galatasaray Fatih ve Caner dışında tüm oyuncularıyla yollarını ayırmıştı. Gard pozisyonunda Tutku'ya bir partner gerekli diye düşünüyorduk ki Mahmuti
bu oyuncuyu Almanya’da buldu. Bu yıl 3 numaralı kupada (EuroChallenge) şampiyonluğa uzanan Alman takımı Göttingen'in oyun kurucusu Taylor Rochestie yeni sezonda G.Saray Cafe Crown forması giyecek. 1985 doğumlu oyuncu Euro Challenge Final-Four'unda MVP seçildi ve takımını şampiyonluğa taşıyan en önemli faktör oldu. 15.1 sayı - 3.2 asist - 2.8 ribaund ortalamaları tutturan Rochestie'nin üçlük yüzdesi ise %40. Bu yüzde geçekten dikkat çekici. Kolej liginde takımı Washington State Üniversitesi’nin bu kategoride yıldızı olan genç oyun kurucu, üç sayı yüzdesi anlamında tüm zamanların en iyi üçüncü oyuncusu konumunda. Asistleri ve can yakıcı üçlükleri ile çok katkı sağlamasını bekliyoruz kendisinden.

Bu transferlerin üzerine Galatasaray takımı Melih Mahmutoğlu’nu transfer ederek geleceğe yatırımını da yapmış oldu. Efes Pilsen’in oyuncu fabrikası gibi çalışan alt yapısından yetişen bu oyuncunun ciddi katkılar vereceğini düşünüyorum. Melih Mahmutoğlu'nu Darüşşafakada gösterdiği performansından ötürü tanıyoruz. 1990 doğumlu, iyi bir şutör, tutturduğu zaman çok iyi işler yapabiliyor. 2 sezondur hem 1. ligde Darüşşafaka’da, hem de 2. ligde Pertevniyal formaları giyerek her hafta sonuna 2 maç sığdırıyordu. Şu anda Ümit Milli Takım kadrosunda ve oynadığı maçlarda şu ana kadar çok iyi performans sergliyor. Pınar Karşıyaka, Erdemir, Oyak Renault, Mersin BŞB gibi birçok taliplisi vardı ama tercihi sarı kırmızılı takım oldu. Genç oyuncunun da yapılan uzun vadeli planda çok kritik rol oynayacağını düşünüyorum.

Şu an itibari ile son transferimiz Haluk Yıldırım oldu. Beşiktaş Cola Turka’da takım kaptanı olan tecrübeli oyuncu, takımın ayyuka çıkan para krizleri süresinde arkadaşlarını bir arada tutmuş ve takımının her şeye rağmen başarılı bir performans çizmesinde başrol oynamıştı. Haluk Yıldırım transferi bu geçiş döneminde çok yararlı olacaktır diye düşünüyorum. Saha içinde 38 yaşında olmasına rağmen ortaya koyduğu mücadele ve hırs ile takım arkadaşlarına ve gençlere her zaman örnek olmuştur. Oktay Mahmuti'nin Efes Pilsen'de Prkacin'e teslim ettiği saha içi liderlik yetkisi, bu yıl Haluk Yıldırım'da olacak anlaşılan.

Tüm bu transferler ışığında Galatasaray Erkek Basketbol takımının çok iyi yolda olduğunu söylemekte yarar var. Ciddi anlamda yepyeni bir yapılanma var takımda. Öncelikle yönetimi attığı ciddi adımlar ve aldığı radikal karar konusunda kutlamak gerek. Mahmuti’nin antrenörlüğe getirilmesiyle başlangıç yapıldı ve uzun vadede bir başarı kazanma söz konusu. Kimse önümüzdeki sezon Galatasaray Cafe Crown’dan şampiyonluk beklemesin. İleride kazanılacak başarıları düşünerek taraftar her maç geçen sene yaptığı gibi(hatta daha fazla seyirci bekliyorum ben bu sene) desteklemeye sabırla devam etmeli. "Zafer yolunda çekilen her çile kutsaldır" sözünden yola çıkarak yolumuzun çok açık olduğunu düşünüyorum. Transferler de devam edecek ve biz de burada başarı yolunda atılan bu adımları yorumlamaya devam edeceğiz. Herkese iyi tatiller...

ABD:1-2:Gana

"Mor renkli vuvuzela olursa çalarım" diyerek Afrika'nın yerel çalgısına olan beğenisi dile getiren Habertürk kanalında yayınlanan Tarihin Arka Odası programının "konu mankeni" Pelin Batu, "Favoriler de erken elendi" cümlesiyle tarih bilgisinin yanında futbol bilgisini de konuştururken, Erhan Afyoncu'da "Ezilmiş Afrika halkını, Gana'yı destekliyorum" diyerek, çevremdeki bir çok kişinin hislerini dile getirmişti. Futbolla içli dışlı olmayanlar için Amerika, emperiyalizmin temsilcisi olup, Dünya'yi dört bir yandan sömürüyor, savaşlar çıkartıyor, memleketler işgal ediyordu, kısaca sevimsizdi "Coniler" ama bütün bunlar Donovan ile birlikte gecenin 12sine doğru benim de içimin hüzün kaplamasına engel olmuyordu...
Bizim ayak topuna "soccer" deyip, futbolu elle oynayan Amerikalılar, Afrika'ya büyük ümitlerle gelmişlerdi. Takımın teknik direktörü Bradley, birbirini tamamlayan ve uyum içinde son dakikaya kadar pes etmeyen bir takım yaratmış ve İngilizlerin önüne sürmüştü... Capello'yu şaşırtan Amerikalılar, Slovakya önünde de 2-0'dan maçı çevirmeye yaklaşmış, hakem hatalarıyla beraberliğe razı olmuşlardı. 11 gün içinde 3. maçına çıkan Amerikalılar, Cezayir karşısında da erken gol bulup rahatlayamamış, son dakikaya kadar mücadele edip, uzatmalarda kaptan gemisini arzulanan limana çıkartmıştı...
Bu kadar yorgunluğun üzerine bir de karşılarına dinamik bir Gana çıkınca, doksan dakika boyunca işlerinin zor olacağı belliydi zaten... Bir de aksilik bu ya, daha sahaya alışmadan ilk golü kalelerinde görmüşler, yine geriden gelip, işleri düzeltmeye çabalayacaklardı...
Sarı kırmızı şık bir formayla karşılaşmaya çıkan Gana, Boateng ile golü bulduktan sonra oyunu bizim "Faruk" Kingson'un kalesinin önüne çekmiyor, Gyan ile Amerikalıları yorarken, Boateng, Ayew ve Inkoom ile de forvete destek vermeye çabalamaktaydı. Genç bir takımdılar, enerjiktiler ve çabuk oynayarak sıkıntıya sokmaktaydılar Bob Bradley'in takımını... Buna rağmen Donavan'ın tecrübesiyle liderlik ettiği ABD takımı, diğer maçlara göre daha "silik" gözüken Altidore ile beraberliği bulmaya gayret gösterirken, Dempsey de sürpriz çıkışlarla "avlamak" istiyordu Kingson'ı...
İlk yarı oyun Gana'nın istediği gibi sonuçlanınca, Bob Bradley daha maçın 30. dakikasında oyundan aldığı Clark'tan sonra, ki oyuncusunu da o anda teselli ederek insani yönünü de göstermişti futbolseverlere, Findley'i de çıkarıp yerine Feilhaber'i sokarak, daha da hareketlendirmiş oldu "yorgun" Amerikalıları... Diğer maçlara göre takım halinde baskı altına alamıyorlardı rakiplerini ama araya attıkları toplarla zor durumda bırakarak Gana savunması bir beraberlik bekliyorlardı ki, bu maça gelene kadar penaltıların lehine çalınmasına sevinen Ganalılar, Demsey'i düşürüyorlar ve Donovan eşitliği sağlıyordu..
Dakikalar ilerledikçe iyice yorulan "Coniler", en azından kalelerinden bir kaz daha topu çıkartmayıp, uzatmalara gitmeye niyetlendiler ve başarılı da oldular ama yine bir başlangıç dakikası golüyle geriye düştüler ve artık bu golü çıkaracak güçleri de kalmamıştı...
Maçı yorumlayan Ömer Üründül'ün Hakan Şükür'e benzettiği Asamoah Gyan, karşılaşmayı penaltılara götürmezken, maçın adamı seçiliyor, Danovan ve arkadaşlarına ise göz yaşı dökmek kalıyordu... Oysa, bu turnuvada iki maç daha seyretmek isterdi gönül sevimli Amerika takımını, ama futbol bu, bazen formsuz olursun, bazen de yorgun, sahaya çıktığında da hocanın taktik tahtasında anlattığını uygulamak üzere beyin emri verir lakin vücut uygulamaz, uygulayamaz...
Maçın galibi Gana ise, çeyrek finalde Uruguay ile karşılaşacak ve bu dirençli oyunlarını göstermeleri halinde yarı finale çıkmaları hiç de zor değil aslında, sonrası ise zor dostum zor...

Uruguay:2-1:Güney Kore

Grup maçları sona erdikten sonra TRT Ömer Üründül'ün yetişemediği maçlara yorumcu olarak Feyyaz Uçar'ı almış, "hoca" da ilk yorumunda bombayı patlatıverdi: "Güney Amerika takımları Honduras dışında bu kupada başarılı..." "Nasıl yani Honduras" demeden, spiker hatayı düzeltirken, Feyyaz Hoca da lisedeki coğrafya hocasının kulaklarını çınlattı... "Olur böyle hatalar" deyip maça konsantre olmuşken , turnuvaya dair en başarılı yorum yine eskinin gol kralından geldi: "Artık büyük takım küçük takım yok dünya futbolunda, aç takım ve tok takım var"...
İtalya'nın ve Fransa'nın erkenden turnuvaya veda etmesi, İngilizlerin "korku tünelinden geçerek" bugüne gelmesi de bize gösteriyor ki, Dünya futbolunda takımların arasındaki mesafe iyice daraldı ve artık sahada isteyen, koşan, mücadele eden kazanıyor, geçmişiyle böbürlenenler hotel rezervasyonlarını erken iptal etmek zorunda kalıyor...
Geçmişinde bu kupaya sahip olan Uruguay, eski günlerine dönmek arzusuyla gelmişti turnuvaya, grup maçlarından da gol yemeden çıkınca, oynayacakları Kore maçında favori gösteriliyorlardı, kadro yapısı da bunu destekler nitelikteydi. Forlan'lı, Suarez'li, Cavani'li bir forvet hattı her an gol atmaya yakındı ki, daha iki takım birbirini tartarken karşılıklı cılız ataklarla, Forlan'ın "öylesine" vuruşunda Kore savunması rahat davranınca Hollanda ligi gol kralı Suarez'e topu boş kaleye yollamak kalıyordu... Skor avantajını erkenden ele geçiren Uruguay, kafasında maçı erken bitirince, geriye kalan 30 küsür dakikada sahada sadece Güney Kore'yi izledik. Uzak Doğulular, kendilerine özgü çok koşan ve alan daraltan oyunlarıyla "gevşek" Uruguay'lılardan her pozisyonda topu çalıp, skoru beraberliğe getirmek adına Muslera'nın koruduğu kaleye gitmeye çabaladılar lakin onların da en büyük eksiklikleri ellerinde bir Forlan ya da Suarez'in olmayışıydı...
İkinci devre de ilk yarıdan farklı değildi aslında, mavililer savunmada kalırken, beyazlılar futbolun meyvesi "gol "için pek de istekliydiler ki, 68. dakikada Lee Chung Yong ile arzularını gerçekleştirdiler. Golde dikkatimi bizim memleketten ekmek yiyen "bebek yüzlü katil" çekti aslında, havada Koreliye daha yakın olan topa yetişemeyeceğini anladığı anda Lugano, doğrudan Yong'a daldı ama 17 numaralı oyuncu çoktan kafayı vurmuştu bile...
Maçın bitimine 22 dakika kala yedikleri golle sarsılan ve kabusla uykudan uyanmışa dönen Uruguay'lılar, futbolun sadece tek kale değil, rakip yarı alanda da oynanacağını hatırlayıp, Korelilere 60 dakikadır oynamaları için vermiş oldukları meşin yuvarlağı tekrar alıp, sahada bulunup bulunmadıklarını merak ettiğimiz Forlan ve Suarez'i tekrar hatırlattılar biz televizyon başındakilere. Ve öyle bir gösterdi ki Uruguaylı golcü kendini bizlere, attığı golü yıllar yılı anlatacağız cocuklarımıza, torunlarımıza. Suarez, kornerden gelen topla ceza sahasının uzak köşesinde buluşup, şahane bir falso verdi ki Jabulani'ye, Umit Aktan'ın deyişiyle "Jung değil Jung'lar gelse bu topu çıkaramazdı"...
Uzatmayı düşünürken yedikleri golün şaşkınlığını üzerlerinden atmaya çalışan Koreliler, yine geldiler Muslera'nın kalesinin önüne ama dedik ya kadrolarında Forlan ya da Suarez kalitesinde bir topçuları olsa Lee Dong Gook'un son dakikada kaleciyle karşı karşıya kaldığı pozisyonda topu filelerle buluşturmak hiç de zor olmayacaktı...

Sadu ve Apo ile Bahis

Aklıma estikçe burada bahis tahminlerinde bulunur, bazen tutar, bazen de hiç yaklaşmazdı benim tahminlerimin maç skorlarına çünkü bu oyunu oynarken hep saha dışına bakar, taraftarın etkisini maçta en önemli faktör olarak görür ve çoğunlukla skorları hep "1" yani ev sahibi kazanır diye işaretler, tribünü "sağlam" takımlara oynamayı tercih ederdim...
Geçen gün Çatalca'da Kaymakamlık turnuvası maçları izlerken, sahadaki iki takımın forma renklerini konuşurken kulak misafiri oldum Sadullah ve Abdullah'ın konuşmalarına... Bizim gençler Avrupa ve Güney Amerika futbolunu yalayıp yutmuşlar, hangi takımın hangi forma rengiyle ne zaman oynadığını "atışıyorlardı" karşılıklı... Bu kadar işin içinde olan futbolsevdalıların bahisten uzak kalacaklarını düşünmek "ahmaklık" olacaktı, bu işe nasıl baktıklarını araştırınca, CV'lerinin de sağlam olduğunu öğrenince, u/M blogta kendilerine bir bahis köşesi vermeye karar verdim, teklifimi de sağolsunlar kırmadılar ve kabul ettiler... Aslında dünkü maçlarla başlayacaktık, bir koordinasyon eksikliği sebebiyle tahminleri blogta yayınlayamadık ve Sadullah'ın Kore'nin golünü 17 nolu Lee Chung Yong'un atacağını öngörüsünü sizlere duyurmadık, en çok da buna yanarız, zaten maç tahminleri çoktan tutmuştu...
Lafı fazla uzatmadan bugün siftah yapalım ve Sadu ile Apo'nun tahminlerini verelim, şimdilik sadece tahmin, ilerleyen günlerde maç analizleri de olacak müjdesini verelim:

Almanya-İngiltere: İlk Yarı:0/Maç Sonu:1
(Sadece ilk yarı da oynanır, maç sonu da, ya da ilk yarı, maç sonucu da yazılabilir)
Arjantin-Meksika: İlk Yarı:0
(Maç sonucu da o oynanabilir, tercihinize kalmış)
Assyriska-Falkenberg: Üst

Bu da benden olsun:
Arjantin-Meksika maçında ilk gol Messi'den...

26 Haziran 2010 Cumartesi

Sırp Oyuncular "Stres Atarken"


Takımlar Dünya Kupasından elendikçe, Afrika'da meydana gelen ve "hasır altı" edilen çirkinlikler de yavaş yavaş gün ışığına çıkmaya başlıyor. Fransa'nın fiyaskosu sonrası, soyunma odasında ve takım otobüsünde yaşanılan küfürleşmelerden sonra, şimdi de Sırbistan, milli futbolcuların içkili sigaralı alemlerini konuşuyor.
Dünya Kupası eleme maçlarında sergiledikleri oyunla, Afrika'ya da oldukça umutlu gelen Sırp topçular, Gana karşısında aldıkları yenilgi ile bir çok kişiyi hayal kırıklığına uğratmışlardı. Kalan iki maçı kazanıp, gruptan çıkma hesapları yaparken takımın tecrübeli hocası Antiç, milli takımın beş önemli oyuncusu da baş başa vermiş kritik Almanya maçı öncesi "alem" derdindeymiş.Takım arkadaşları kamp kuralları dahilinde ertesi günkü maça hazır bulunmak adına yataklarındayken, Pantelic, Lazovic, Lukovic, Stojkovic ve Milijas ellerinde sigara ve bira şişeleri "maç öncesi stres atarken"paparazzilere yakalanmışlar kamp yaptıkları hotelde... Artık Almanya maçını mı konuşuyorlardı yoksa tatil planları mı yapıyorlardı bilinmez ama bu olayı haber alan teknik direktör Antic, kaleci Stojkovic dışında bu dört oyuncuyu da ilk onbirde oynatmamıştı Almanya maçında... Hatırlanacağı üzere de Sırplar, turnuvaya 4-0lık Avustralya galibiyetiyle "bomba gibi" giriş yapan Almanları, 1-0 yenmişler, kaleci Stojkovic de bir penaltı kurtarmıştı...
Paparazzilerin çekmiş olduğu video ve resimler kazanılan bir maç öncesi olunca, oyuncular "vatan haini" ilan edilmeyip, "ucuz" kurtuldular ama aynı alemin 2-1 kaybedilen Avustralya maçı öncesi yapılıp yapılmadığını da merak etmiyor değil Sırp futbol severler...

Thulani Ngcobo ve Rekor Denemesi


Futbol deyince mangalda kül bırakmayan ve bir yerde maç varsa hemen televizyon başına mıhlanan bizler bile Dünya Kupasının bütün maçlarını 90 dakika boyunca izleyememişken, Güney Afrikalı Thulani Ngcobo, maçları 90 dakika boyunca oynandıkları staddan izleyerek Guinness Rekorlar Kitabına girmeye hak kazanmış...
29 yaşındaki Ngcobo, 17 bin kilometre yol kat ederek, 9 ayrı şehirde gerçekleşen 26 karşılaşmayı izlemiş ama bunlardan altısını 90 dakika boyunca izleyemediği için Guinness, rekor için sadece yirmisini kayıtlara geçirmiş.
Ülkesinde bir telekominikasyon şirketinin yapmış olduğu yarışmada 38 bilet kazanan Afrikalı futbolsever, bütün maçlara giderek turnuva sonunda kırılması zor bir rekora imza atmak niyetinde... Güney Afrika 2010 Dünya Kupası maçlarından bir tanesini canlı izlemek için bizler atmadık takla bırakmazken, Ngcobo kardeşimize vuran "piyangoya" anca gıpta ederiz... Ne demişler, herkes şanslı doğmuyor...


Fernando Santos, Yunanistan Milli Takımında


Yunanistan'a tarihlerinin tek Avrupa Şampiyonluğunu kazandıran ve 2001'den bugüne ulusal takımı çalıştıran Otto Rehhagel'in Dünya Kupasındaki başarısız sonuç sonrası görevini bırakması üzerine, Yunan Futbol Federasyonu, Alman hocanın yerini yine yabancı bir hocayla doldurmaya karar vermiş: Fernando Santos.
Erken yaşta futbolu bıraktıktan sonra, teknik direktörlüğe başlayan Portekizli Santos, memleketinin alt liglerde bulunan Estoril Praia takımının başına geçer ve sarı-mavili takımı Portekiz Süper Ligine çıkarır. Buradaki başarısı sonrası Esterala de Amadora'ya geçen Santos, esas adını Porto'yu şampiyon yaparak duyuracaktır. Aynı yıllarda Fatih Terim Türkiye'de Galatasaray'ı kupadan kupaya sürüklerken, Santos da Porto'nun arka arkaya beşinci şampiyonluğunda pay sahibi olarak Porto'da "beşlinin mühendisi" lakabını alır, ama "futbolda dün yoktur, bugün vardır" deyimine uygun olarak ertesi sezon altıncı şampiyonluğu kaybettikten sonra da görevini bırakmak zorunda kalır. 2000 senesinde "top class" teknik direktörler arasında adı anılan Fernando Santos'u boş bırakmayan Yunan ekibi AEK, Portekizli hocaya takımı emanet eder ve geçirilen başarılı bir sezon sonrası gol averajıyla şampiyonluğu kaçırırlar. Hocanın takım üzerindeki ağırlığını ve oynattığı futbolun nmeticelerini gören Yunanistan'ın köklü ekiplerinden Panathinaikos, ertesi sene Santos'u "yoncaların" başına geçirir ve o yıldan sonra hoca bir yıl Yunanistan'da, bir yıl Portekiz'de görev yapar... Son olarak 2007'den beri PAOK'u çalıştıran Fernando Santos, hem genç oyunculara güvenip, onlara kendi felsefesini yansıtarak ortaya koyduğu başarılar hem de Yunan futbolununun son 10 yıldaki en iyi hocası ödülüne sahip olmasından dolayı Yunan Futbol Federasyonu tarafından Otto rehhagel'in yerine milli takımın başına getirilip, "sirtakicileri"2012 Avrupa şampiyonasına taşıma görevi verilir...
Hem ülkeyi tanıması, hem de CV'sine baktığımızda başarılı olmaması için herhangi bir neden yok, lakin Santos'tan beklentim, Rehhagel'in oynattığı sıkıcı ve defansif oyundan vazgeçip, Yunanistan'a Akdeniz ülkesi adına yakışır daha canlı ve renkli bir oyun anlayışını benimsetmesi...

25 Haziran 2010 Cuma

İtalya Eve Dönerken...



İtalya, Güney Afrika'ya veda ederken, dünya spor basını da manşetlere böyle taşımış son şampiyonun "fiyaskosunu"...






Tarihe Geçmek


11 saat 5 dakika tenis oynanır mı?
Ya da 3 gün boyunca bir maç sürer mi?
Oluyormuş...
Yukarıdaki iki arkadaş pes etmeyince,
70-68 gibi basketbol skoruna benzer bir sonuçla da maç bitebiliyormuş...
Tarihe geçmek de böyle bir şey olsa gerek...


24 Haziran 2010 Perşembe

Rais M'Bolhi


Cezayir'in turnuvada oynadığı maçları 90 dakika boyunca izleme fırsatım olmadı, ya ikinci yarısına yetiştim, ya ara ara izledim ya da son maçta olduğu gibi İngiltere maçıyla çakıştı ve İngilizleri tercih ettim fakat hepsinin özetlerini ve önemli pozisyonları tekrarlar sayesinde takip etme şansım oldu... İlk maçta Slovenya karşısında Jabulani destekli bir hata yapınca kaleci Faouzi Chaouchi son iki maçta kaleye Rais M'Bolhi geçti ve böylece uzun zamandır "buzdolabında" beklettiğim yazıyı yazmanın vakti geldi...
Bulgaristan'ın köklü ekiplerinden Slavia Sofya'nın kalesini koruyan M'Bolhi, Kongolu baba ve Cezayirli anneden Fransa'da dünyaya gelir ve babası erken yaşta hayata gözlerini yumunca, annesi tarafından büyütülür. Futbolla resmi ilk deneyimini Racing Paris takımıyla yaşayan M'Bolhi, daha sonra Marsilya'ya transfer olur. 3 sezon Marsilya B takımının kalesini koruduktan sonra İskoçya Premier Lig ekiplerinden Hearts'ın dikkatini çeker ve futbol kariyerine devam etmek üzere İskoçya uçağaına atlar fakat orada umduğunu bulamaz. Rais M'Bolhi, hiç maç oynamadan Hearts'tan gönderilince, Yunan ve Japon liglerinde kendini ispat etmeye gayret gösterip Bulgaristan'ın Slavia Sofya takımına transfer olur. Bulgaristan'ın siyah beyazlı takımında oynadığı oyunla taraftarı kendisine hayran bırak Cezayirli kaleci, Bulgaristan A Grupa'da "Yılın Kalecisi" seçilir. Litex ve CSKA gibi yerel takımlar Slavia'nın file bekçisini transfer etme heapları içine girmişken, karşılarına bir dünya devi dikilir: Manchester United.

Dünyanın dört bir yanında yollamış olduğu yetenekli ve genç oyuncu izleme "ajanları", yine görevlerini yaparlar ve Ferguson'a Bulgaristan'daki kaleciden haber yollarlar, yaşlı kurt da hiç zaman kaybetmeden M'Bolhi'yi denenmek üzere Manchester'a çağırır. Bulgaristan'da daha liglerin devam ediyor olmasına aldırış etmeden, ki Slavia ununu elemiş, eleğini asmıştı, Slavia Sofya yönetimi kalecisini İngiltere'ye yollar, tabii başkan Stefanov'da olası bir transfer durumu için ikinci uçakla uçar Manchester'a...
Kırmızı Şeytanlar ile 2-3 gün idmanlara çıkan M'Bolhi, Ferguson tarafından beğenilir ama Manchaster kalitesinde bir takımda oynamak adına tecrübesiz bulunur, Dünya Kupası gibi önemli bir organizasyonda göstereceği performans beklenir ve sözleşme imzalanmadan Bulgaristan'a geri gönderilir, lakin Berbatov ve Vidic'in genç kaleci hakkında ağız birliği etmişçesine söyledikleri M'Bolhi'nin kalitesini bir kez daha kanıtlar:
"Bizim takımda sadece Van der Saar bu genç çocuktan daha iyi kaleci"

Mancheter United, Cezayir'li kaleciyi bir de Afrika 2010'da izleyip, son kararı vermek üzere işi "sallayınca" , Newcastle United hiç zaman kaybetmeden başkan Stefanov'u arayıp, "Gelin 1 Milyon pounda bu çocuğu bize verin" teklifinde bulunur... Bulgarlar oyuncularına güvendikleri için, Cezayir formasıyla çıkaracağı başarılı maçlar sonrası fiyatının katlanacağını hesap edip, kalecilerinin transferini hemen gerçekleştirmezler ve de yanılmazlar zira M'Bolhi, İngilizlere kalesini kapayarak ismi bütün Adaya duyurur ve Amerikalılara karşı da 90+2ye kadar soğuk terler döktürerek Alex Ferguson'a mesaj yollar...
Cezayir, dünkü sonuçlarla kupaya veda etti ve şimdi futbol simsarları Rais M'Bolhi'nin peşinden "cirit atmakla" meşgüldürler, tabii Slavia başkanı Stefanov da gelecek dolarların hesabını yapmakla meşgüldür... Bizim kulüpler ise nedense "gözlerinin önündekini" göremeyecek kadar körler ya, ben de bu yazıyı yazarken buna yanarım...

23 Haziran 2010 Çarşamba

AFM Sinemaları 0.5 TL

Markafoni'nin kardeş sitesi grupfoni'yi bugün gelen maille tanıma fırsatı buldum lakin biraz geç oldu günün fırsatından yararlanmak için, çünkü 0.5 tl'lik sinema bileti fırsatını çoktan kaçırmışız... Sağlık olsun diyerek siteye üye olduk ve "nedir, ne değildir" diye biraz etraflıca bakındıktan sonra arkadaşların yaşadığımız şehrin restoranlarınından, eğlence mekanlarından, sağlık ve güzellik hizmetlerinden, kültür ve sanat etkinliklerinden büyük indirimlerle üyelerini yararlandırmak adına bu siteyi oluşturduklarını gördüm. Umarım ileriki günlerde maç biletlerini de etkinlikleri arasına alırlar...
Şimdiye kadar Barcelona cafeden %50, Roventea Kuru Temizlemeden de %50 ve AFM'den % 97 indirim yapmışlar...
Umarım hep böyle bonkör olurlar da, paramızın yarısı cepte kalır...

Bu "olay" bana uyar deyip, siteye üye olmak isteyenler buraya tıklasınlar yeter...

İtalya Maçı Satın Alacak


"İtalya Slovakya'dan maçı satın alacak ve önümüzdeki sezon da İtalya'nın büyük takımlarında ikişer üçer Slovak oyuncu göreceğiz."

Umberto Bossi
İtalyan Politikacı

Kritik İtalya-Slovakya maçı öncesi görüş bildirirken

Sezonun Kralı Derbiyle Açılanıdır


Türkiye Süper Liginin her fikstür çekimi öncesi Galatasaray-Fenerbahçe derbisinin ilk hafta olmasını beklerim ama ne hikmetse! "ayar yapılmamış" fikstürde derbiler asla ilk hafta olmaz, ligin kızışacağı son haftalara denk gelir. Şans mıdır, bilerek mi yapılmıştır, yayıncı kuruluşun isteği midir, favori takımlar mı vardır bizim memleketin fikstür kurasında bilemeyeceğim ama geçen gün çekilen Bulgaristan A Grupa bir debri mücadelesiyle başlıyor: CSKA Sofya-Levski Sofya...
Temmuz sonu-Ağustos'un ilk günlerinde başlayacak olan Bulgaristan liginde ilk hafta CSKA, Levski'yi konuk ederken, son şampiyon Litex, Minyor Pernik'i misafir edecek...
Geçen sene lige iyi başlayan lakin devre arasında yaşanılan çalkantılar sebebiyle şampiyonluğu kaçıran CSKA, bu sene yeni bir hoca ve yeni yapılanmayla özlediği kupaya ulaşmak niyetinde... Umarım başarılı olurlar, şampiyonluğa giden yol aşağıda:

CSKA:
1: CSKA - Levski
2: CSKA Sofia - Chernomorets
3: Vidima Rakovski - CSKA
4:CSKA-Cherno More
5: Sliven - CSKA
6: CSKA - Litex
7: Slavia - CSKA
8: CSKA Sofia - Montana
9: Loko Sf - CSKA
10: CSKA - Kaliakra
11: Minyor - CSKA
12: CSKA - Beroe
13: Pirin - CSKA
14: CSKA - Lokomotiv Plovdiv
15: Academic - CSKA

Blog Widget by LinkWithin