29 Haziran 2016 Çarşamba

Pray For İstanbul


Umarım bu son olur...
Bi' daha böyle acılar yaşanmaz...
En büyük acımız  takımımızın maç kaybetmesi olsun...

#prayforistanbul

İzlanda Hakkıda Kısa Kısa


2016 Avrupa Futbol Şampiyonası grup maçları ve ilk eleme karşılaşmaları sona erip, takımlar çeyrek finali beklerken, "futbolun mucidi" İngilizleri evlerine yollayan İzlandalılar turnuvanın gözbebeği oldular bile. Google'da en fazla arananlar arasına giren İzlanda futbolu hakkında , muhtemelen Fransa karşılaşmasını anlatacak spikerin de maç içinde paylaşacağı, bir kaç ilginç bilgi paylaşalım blogda.


*Alışıla gelmişin dışında takımın iki teknik direktörü var, biri daha önce İsveç ve Nijerya Milli Takımlarını çalıştırmış 67 yaşındaki Lars Lagerbeck, diğeri de "yerli "hoca Heimir Hallgrimsson. İşin ilginç tarafı turnuvadan sonra milli takımın sorumluluğunu tek başına alacak olan Hallgrimsson, 5 binden az kişinin yaşadığı Heimay adasında diş hekimliği yapmakta aynı zamanda.

*Biz de yapılan belediye seçimleri sonrası sandıklar sayılırken, bir çok sandıktan "Çare Drogba" oy pusuları çıkmıştı. İzlanda da geçen ay yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 30 yakın zarfın içinden İsveçli hoca Lars Lagerbeck'in adı çıkmış... Seçim demişken Johanna Siguroardottir'den bahsetmeden geçmeyelim. 2009 senesinde başbakan seçilirken, homeseksüel olduğunu belirtip, seçilen ilk kadın başbakan olarak tarih sayfalarında yerini almış Johanna.

*Ülke nüfusü az, bir de futbol ile alakalı kişilerin sayısı çok olmayınca, camia içindekiler birbirini tanıyor, aile havası oluşturabiliyor.  Bu sebeple ulusal takımın İzlandalı hocası Hallgrimsson, maçlardan evvel taraftarla buluşup, onlarla maç hakkında sohbet etmeyi ve sahaya sürecekleri kadroyu açıklamayı adet edinmiş. İşin güzel tarafı da, bir tane taraftar da takipçi toplamak, beğeni "kasmak" için bu bilgileri sosyal medyada paylaşmaması... Karşılıklı güven, karşılıklı saygı...


*İzlanda'da yaşayanların sayısı 332.529.  İstanbul'da kayıtlı 14 milyon 657 bin 434 kişinin yer aldığını düşününce, karşılaştırmayı varın siz hesap edin. Ve bu yaz İzlanda halkının %10'u Fransa'ya milli takımlarını desteklemek için gelmiş. Avusturya maçından sonra takımın oyuncularından Kari Arnason boşuna demedi "Sahaya adım attığımda tribünlere bakıyorum ve orada bizi desteklemeye gelen taraftarlarımızın yarısını tanıyorum.Belki hepsinin adlarını bilmesem de simayen bir çoğunu tanıyorum". Fransa'ya gelemeyenler de işi gücü bırakıp televizyondan takip etmiş olacaklar ki millieri, Macaristan maçını ülke nüfusunun %98,6 sı seyretmiş İzlanda Devlet Televizyonundan.  

*Fransa 2016 dışında İzlanda daha önce hiçbir büyük turnuvaya katılamadı. 2014 Dünya Kupasına katılacaklardı ki, play-offlarda Hırvatistan'a elendiler. Türkiye, Çek Cumhuriyeti, Hollanda, Kazakistan ve Letonya'nın olduğu gruptan Avrupa Şampiyonasına gelmeleri bile sürpriz olarak karşılanmışken, şimdi çeyrek final oynayıp, yollarına devam etmek istemektedirler. Bu arada UEFA Milli Takımlar sıralamasında dört sene önce 130. sıralarda gezerken, şimdi ise 30. sıralarda kendilerine yer edindiler. Yükseliş inanılmaz...


*Coğrafi konum olarak da oldukça dezavantajlı bir durunda İzlanda. En sıcak mevsimin ortalaması 10 derece cıvarı. İyi taraftan bakalım, sivri sinek derdi yok. Sadece soğuk da değil, bir de karanlık bir ülke. Aralık ayında 20 saate yakın gece yaşanıyor ülke sınırlarında. Peki futbolu nasıl oynuyorlar? İzlanda Futbol Federasyonu son 15 yıldır ayak topuna sağlam yatırım yapmış, 30 tane soyunma odasından tribüne tam donanımlı her iklim şartında top oynanacak stadyum yaparken, bunların 7 tanesi kapalı salon şeklinde yapılmış. Ayrıca, halkın ve çocukların da top oynayabilmesi için 150'den fazla suni çim olan sahalar yapmışlar memleket genelinde, kısacası "halı sahası olmayan" okul bırakmamışlar. Şimdi çocuklar senenin her ayı istedikleri gibi futbol oynayabiliyorlar. Belki daha da fazlasını yapacaklardı ama 6 sene önceki global ekonomik kriz onları "teğet" geçmemiş, yatırımlara "fren" vurdurmuş.

*İzlanda Futbol Federasyonu sadece sahaya yatırım yapmamış, bir de eğitimin önemini kavramış ki, dört yaşından itibaren futbola başlayan her çocuğun yetiştirlmesi görevini UEFA Antrenör Lisanslı bir hocaya vermiş.  (Hocaların %70'i UEFA B lisans, %23'ü UEFA A Lisansa sahip) Bizdeki gibi "Ali, sen bir ara top oynadın, gel sana bir kurs açalım, şu çocukları çalıştır" dememişler, yollamışlar hocaları UEFA kursuna, işin temelini öğren, yeni nesli de en doğru bilgi ile yetiştir demişler... Köymüş, kasabaymış, fark etmez, takım çalıştıracak her antrenöre UEFA lisansı olma zorunluğu getirerek, standardı da yakalamışlar. Haliyle, ektikleri tohumların da hasadını toplamaya başladılar bile.

*Avrupa'nın üst düzey liglerinde oynayan 58 profesyonel futbolcuları var. Bir onların yarısı kadar (23) genç oyuncu da kıta Avrupasının çeşitli kulüplerinde gelişini tamamlayıp, A takıma çıkacağı günleri bekliyor.


*Takımın göze çarpan oyuncularından kaleci Hannes Halldorsson da futbola sonradan başlayanlardan  Asıl işi en geriden takımı yönetmek değil, kamera arkasından film yıldızlarını yönetmek. İzlanda, 2012 Eurovizyon Şarkı Yarışmasına Halldorsson'un çektiği kliple katılmış ama Azerbaycan'dan 20.likle dönmüşler. SagaFilm şirketi Hannes'in futbol kariyerinin sonlanmasını dört gözle bekliyor ki, tekrar kamera arkasına geçebilsin. Bu arada müzisyenlik yaptığını da hatırlatmadan geçmeyelim file bekçisinin.

*Sadece kaleci mi, takım kaptanı Aaron Gunnarsson da futbola sonradan başlayanlardan. Gunnarson takım arkadaşlarına asist yaptığı taç atışlarını kullanan kollarını hentbol oynarken güçlendirmiş.. Futbola son yıllarda yaptıkları yatırımları saymasak, ülkede hentbol en popüler spor durumunda.

*Takımın emeklilerinden Eidur Gudjohnsen'in de hikayesi anlatılmaya değer. Kendisi gibi futbolcu olan ve gelişiminde oldukça etkili olan baba Arnor'un en büyük dileğidir oğlu ile birlikte aynı takımda oynamak. İzlanda Futbol Federasyonu da bunu bildiği için Makedonya ile bir hazırlık maçı tertip ederler ama şans bu ya, U-18 maçında Eidur'un ayağı kırılır. Genç topçunun iyileşmesi iki sezon kadar sürer ve artık babanın emeklilik vakti gelmiştir, 2006 senesinde İzlanda'nın Estonya ile oynadığı müsabakada hakem oyuncu değişikliğini işaret ettiğinde baba Arnor tabelada bir kendi numarasını görür ve bir de oyuna girmeye hazırlanan oğlu Eidur'u...


*İngiltere'yı turnuva dışına ittikten sonra futbolcular ile taraftarların beraber yapmış oldukları Yeni Zellanda'lıların Haka'sını andıran Viking dansı çok ilgi çekmişti. Hikayesi nedir acaba bu dansın? İzlandalı taraftar "Huh" tezahüratının ataları olan Vikinglerden geldiğini iddia etse de, İskoçyalılar bunun geleneksel bir İskoç savaş marşı olduğunu ve Motherwell taraftarı tarafından tribünlere uyarlandığını, İzlandalıların kendilerinden "arakladığını" belirtmekteler. Kim doğruyu söylemekte peki? İzlandalıların anlattığı hikayeye geri dönersek, Vikingler bu "Huh" sesini arka arkaya ve her seferinde daha güçlü olarak düşmanlarını korkutmak için söylerlermiş vakti evvelinde. Bir de balina çağırmak için bu sözleri söyleyin İzlandalılar diyenler var ama  onlar azınlıkta.


*Avusturya'yı son saniye golüyle yenerken, bir yandan da maçı anlatan İzlandalı spiker Gudmundur Benediktsson sosyal medyaya damga vurmuştu. Herkes İngiltere maçını nasıl anlatacağını merak ederken, Benediktsson'a kötü haber memleketinden geldi. Spikerliğin yanında ikinci iş olarak yardımcı hocalık da yapan Gudmundur, KR Reykjavik'in ligde kötü sonuçlar almasından sonra takımdan kovuldu. Turnuvadaki popularitesiyle "Gummi Ben" aç kalmaz artık...

*Merak ettiniz mi niye isimleri -sson yahut -ssen diye bitiyor bu memleketin evlatlarının. İzlanda'da soyisim kavramı yok,  onlar babalarının adlarına -sson ve -seen ekleyerek soyadı oluşturuyorlar. Yani? Kalecimiz Halldor'un oğlu Hannes. Peki kızlar? Onlar da -dottir ekini alıyorlar...

*Yanardağları ve volkanları ile meşhur ülkenin resmi dini Hristiyanlık olsa da, halkın azımsanmayacak bir kısmı çok tanrılı dinlere inanmakta, cinlerden perilerden bahsetmekteler.

*Ülkeye Johanna Siguroardottir gibi homoseksüel bir başbakan seçiyorlar kendilerini yönetmesi için ama Johanna bir sene sonra striptiz kulüpleri  kapattırıyor.. Kim bilir ne gerekçeleri vardı?

*İzlanda'da ekonomik kriz baş gösterince, Mc Donald's da bu soğuk ülkeyi terk edip gitmiş, memlekette fast food kültürü de bitmiş lakin bitmeyecek olan tek şey, ninelerinden kalma olan çiğ deniz papağanı kalbinden yaptıkları geleneksel yemekler.


*İklimin insan karakterine etkisi tartışılmaz, İzlandalılar da doğa ve çevre koşulları sebebiyle "savaşçı" ve mücadeleci bir yapıya sahipler. Avrupa'nın en ucunda yer alan ada, o kadar yalnız ve terkedilmiş ki, İkinci Dünya Savaşı öncesi İzlanda Avrupa'nın en fakir memleketiymiş. Şimdi ise Avrupa'nın en refah ve gelişmiş ülkelerinden biri. Gelişim ve değişim büyük ama baki kalan İzlandalıların "mücadele ruhu"... Futbolcuları da dayanıklı  olmaları ve sıkı çalışmalarından dolayı tercih ediliyor Avrupa kulüplerince. Sloganları da belli İzlandalı gençlerin: Yurt dışına git. Mücadele et. Kendini göster...

25 Haziran 2016 Cumartesi

Stadımızı Yapın



Stadyum taraftarın mabedidir, buluşma noktasıdır, evidir, yurdudur, barkıdır. Deplsmana gitmek hoştur da evinde bir maç izleyemezsen her şey boştur. İşte, Beykoz taraftarı da stadlarının tekrar yapılması ve kulüp binasının geri verilmesi için 26 Haziran 2016 pazar günü saat 16'da Beykoz Meydan'da toplanıp seslerini "elini taşın altına koyması" gerekenlere duyuracaklar. Bu işin seni beni, rengi takımı yoktur, taraftarın derdi hepimizin derdidir. Yarın müsait olan Beykozlu dostlarımızın sesinin daha gür çıkması için Beykoz Meydan'a buyursun...
Sosyal medyada #stadımızıyapın ve #geriverin hashtaglarını de takip edebilirsiniz.



24 Haziran 2016 Cuma

Dövmeler ve Hikayeleri

Dario Srna'nın Top Oynayan Karaca dövmesi

Ivan Perisiç'in Top Oynayan Tavuk dövmesi

İvan Perisiç


Cetina Nehrinin dağları aşarak Adriyatik Denizi'yle kucaklaştığı Omis kasabası halkı evlerine çekilmiş, balığa gitmiş olan babaları ve eşlerinin "sapasağlam" evlerine dönmeleri için dualar ederken, çiftçi Ante Perisiç'in 2 Şubat 1989 gecesi "avuç kadar" bir çocuğu dünyaya gelir. Ivan adını verdiği bebeği kucağına alan Ante'nin tanrıdan tek dileği vardır: "Allahım, benim yaşadığım fakirlik ve eziyeti n'olur oğluma yaşatma" Yaşam koşullarının zorluğuna bir de Yugoslavya'yı parçalayan iç savaş eklenmesin mi, varın siz hesap edin minik İvan'ın çocukluk yıllarını. Peki, ne mi yapmaktadır o senelerde Omis'in çocukları? Babalarına tarlada, çiftlikte, balıkta yardım ediyor, fırsat buldukça da taşlı sokaklarda top peşinde terlemektedirler. Ivan'dır mahalle maçlarının en gözdesi ama babasının tavuk çiftliğinde horoz kovalayıp, yumurta topladığı için çok nadir katılmaktadır arkadaşlarına, bu nedenledir ki "tavuk" lakabını takmıştı arkadaşları bizim ufaklığa. Babadan izin kopardığı vakitlerde yaptığı maçlarda, "tavuk" diye seslenenlere pas atmazken, kaleciyi de çalımlayıp topu iki taşın arasından geçirirken, Hajduk Split formasıyla 10 kilometre ötedeki Split'te ezeli rakip Dinamo Zagreb'e karşı oynadığını düşler. Çocukluk bu ya, kaza bela eksik olmaz, çiftlikten kaçıp, arkadaşlarıyla kan ter içinde top oynadığı bir gün, inşaattan düşen kalın bir kalas İvan'ın başını sıyırıp, omuzuna gelir. "O gün oğlum ikinci kez doğdu. Santimetrelerle ölümden döndü İvan'ım" diye gözyaşları içinde anlatır o kara günü baba Ante Perisiç. Evet, şans melekleri korumuştur bizim "tavuğu" da, futbol melekleri de yanında olur Split'te gitti Hajduk'un seçmelerinde. İç savaş sona ermiş, ülke bağımsızlığını ilan edip, yaralarını sararken, futbol kulüpleri de "küllerinden doğmak" adına kendi öz evlatlarına yönelirler.  Denizin Efendileri takma isimleri Hajduk'un genç takımına giren Ivan Perisiç, azmi ve çalışkanlığı ile hocalarının da beğenisini toplar. Dedik ya, yeniden toparlanma sürecindedir Hajduk, para lazımdır bu işlere de bir iki maçta sivrilen oyuncularını Avrupa'ya satıp gelir elde etmeye karar vermişlerdir.Öte taraftan Avrupalı kulüpler de ucuz ve yetenekli topçuları kendi akademilerine kazandırmayı amaçlarlar; iyi çıkarsa, milyon dolarlara üst düzey kulüplere pazarlarlar,  evlerinden ve ailelerinden uzak olup arzu edilen gelişimi gösteremeyenleri de memleketine geri yollarlar. Endüstriyel futbol işte... İvan Perisiç de bu konvoya katılan topçulardan olacaktır o yıllarda...



2006'nin yazında Hırvat gazeteleri Slovenya'da yapılan sezon öncesi kampta Hajduk Split'in hocası Zoran Vulic'in gözüne giren kıvırcık saçlı bir çocuktan bahsederler.  "Acaba bu genç Niko Kranjcar'ın yedeği mi olacak, yoksa onunla yan yana mı oynayacak" diye sorular etrafta dolaşırken, Anderlecht, PSV, Ajax, Hamburg, Sochaux'un "futbolcu simsarları" çoktan almışlardır kokusunu bu elde avuçta tutulmaz 17 yaşındaki topçunun. Lakin, henüz daha profesyonel olmamış, resmi bir maçta oynamamış bu çocuğu kim ne yapacaktı ki?  Üstelik sözleşmesi de yoktu Ivan'ın ve Fransızlar bu fırsatı kaçırmaz, özel bir uçak yollarlar ve çelerler akıllarını Perisiç ailesinin.
 "Tavuk çiftliğim iflas etmek üzereydi. Benim yaşadığım sıkıntı ve çileyi daha fazla görmesini istemedim oğlumun. Zor zamanlar geçiriyorduk ve ona yapılan teklif harikaydı, bir imza hayatını kurtaracaktı. Sochaux'un teklifini kabul etmesini ben istedim İvan'dan" derken baba Ante, eşini ve kızını da oğluyla birlikte Fransa'ya yollar. Ne var ki bu iş kolay olmaz, Hırvatlar bırakmak istemez genç yeteneği, İvan da geri dönüp sözleşme yapmaz Hajduk'la, zira babasının o paraya ihtiyacı vardır... Nihayet ara bulunur, 360 bin euroya el sıkışır iki kulup... Herkes mutludur...


Transfer savaşını kazanır Fransızlar da, genç Hırvat umdukları "patlamayı" yapamaz. Kulübeyi isıttığı bir kaç maç haricinde, "idman topçusu" olmaktan öteye gidemez. Ivan da oynamak ister, yedek oturmaktan hazzetmez. "Yedek kulübesinde oturmak bana ölüm gibi geliyor" derken, oynamadığı zaman cezalandırıldığı hissine kapılır lakin profesyonellik için bu dikenli yollardan geçmek gerektiğini çok sonra anlayacaktır. Sochaux B takımında geçirdiği 3 senenin ardından Belçika'nın yarı profesyonel mütevazi kulüplerinden Roeselare'ye kiralanır. Siyah-beyazlı kulüpte oynadığı 17 maçta attığı 5 gol Brugge'in dikkatini çeker ve 200 bin euroya Perisic mavi-siyahlı formayı terletmenin yolunu tutar.  Terletir de, hem de sırılsıklam, iki sene içinde Belçika Jupiler Ligi gol kralı olur ve yılın futbolcusu seçilir, krallık tacı takar. Bir de yüzük takar o senelerde İvan, lise günlerindeki sıra arkadaşı Josipa ile hayatını birleştirir.


Belçikalıların konuştuğu bu topçu, genç yetenek avcısı Borussia Dortmundlu scoutların gözünden kaçmaz ve Ivan Perisiç'in yeni evi Signal İduna Park olur. İyi de başlar, Almanya macerasına bizim kıvırcık, attığı "şahane" goller kadar pes etmeyen mücadeleci yapısıyla sarı-siyahlı taraftarların gönlünü de kazanır ama Dortmund alt yapısından yetişen Marco Reus'un kulübe geri dönmesi ile o "ölümden beter" dediği yedek kulübesinde bulur kendisini. Sessiz duramaz "Oynadığım zaman gol atıyorum, istatistikler bunu gösteriyor ama gol atamayınca da 3-4 maç yedek kalıyorum. Bu haksızlık" diye demeç verir memleketinin basınına da hocası Klopp'tan da fırçayı yer "Çevresindekilere ağlayıp sızlamak çocuklara göredir, yetişkin işi değil. Profesyonel bir futbolcu eğer ilk on birde kendine yer bulamıyorsa, yapması gereken çenesini kapayıp, sıkı çalışıp, hocasının onu takıma seçmesini beklemektir, gazetecilere ağlamak değildir".  İkili arasında gerilen ipler kopar ve Perisiç'in yeni durağı Wolfsburg olur.


2013 yılının Ocak ayında yeşil beyazlı formayı giydikten sonra dört gözle bekler Borussia Dortmund maçını da sayılı gün gelir çatar ve  3-3 biten maçta iki golle hatırlatır kendisini eski hocasına. Artık kendine daha fazla güvenmektedir, hedefleri vardır ve bu doğrultuda kendisini sürekli geliştirir ki, Almanya Kupası, Almanya Süper Kupa ve takımının Şampiyonlar Ligi vizesi almasında büyük emeği geçmişken "İnter'de oynamak için Şampiyonlar Ligini feda ettim" diyerek kendisini çok isteyen Roberto Mancini'nin İnter'ine imza atar...


Her turnuva kendi yıldızını çıkarır ya, bugünlerde heyecanını yaşadığımız Euro 2016'da daha grup maçlarını geride bırakmasına rağmen, adından söz ettireceği oyuncuyu çoktan seçmiştir bile: Bir zamanlar Fransızların "kazıklandık" diyerek Belçika'ya yolladıkları tavukçunun oğlu kıvırcık saçlı çocuk, şimdi yeni saç stiliyle tekrar kendisini hatırlatmaktadır.  Hatıralar demişken, Perisiç'in de asla unutamayacağı iki şey vardır; ilki 15 yaşındayken biriktirdiği parası ile sağ ayağına yaptırdığı ve iki sene boyunca ailesinden sakladığı top oynayan tavuk dövmesi ile simgelediği çocukluk yıllarını geçirdiği babasının tavuk çiftliği ve son bir kez göremeden aniden yaşamını yitiren "koruyucu meleği" babaannesi.
Yarın Portekiz maçında İvan gol atıp, ellerini göğe kaldırsa, bilin ki kendisiyle her zaman gurur duyan babaannesine şükranlarını sunmaktadır...


Tribündeki Taraftarların Yarısını Tanıyorum


"Sahaya adım attığımda tribünlere bakıyorum ve orada bizi desteklemeye gelen taraftarlarımızın yarısını tanıyorum, Belki hepsinin adlarını bilmesem de simayen bir çoğunu tanıyorum"

Kari Arnason
İslandalı Oyuncu

330 bin nufuslu İzlanda'nın Euro 2016'daki taraftar desteğini anlatırken

23 Haziran 2016 Perşembe

Mandzukic'in Ters Dövmesi


"Beni öldürmeyen şey beni daha güçlü kılar"
Nietsche'nin meşhur sözünü beline dövme yaptırmış Hırvat Mandzukic ama söz seçimindeki özeni dövme yaptıracak kişide seçememiş ki İbranice sağdan sola yazılırken dövme soldan sağdan yazılmış...

22 Haziran 2016 Çarşamba

Serdar Aziz


Göçmen şehridir Bursa, evinden barkından kopmuş, ana vatana gelenlerin memleket edindikleri mekandır Uludağ'ın etekleri. Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Arnavutluk, Bosna... Osman Bey'in torunları zorunlu göçler, mübadeleler, asimilasyonlar sonrası ilk fırsatta dede topraklarında almışlardır soluğu. Bu ailelerden biri de 1955 yılında Yugoslavya ile yapılan anlaşma sonrası Makedonya Manastır'dan yeşil Bursa'ya göçen Aziz ailesidir. Tabii, kolay değildir göçmenlik, yer yurt, para pul geride bırakılmıştır da yeni bir hayat kurulacaktır, aile akrabalarının yanına yerleşir Zafer Mahallesine ama sevmez başkalarına yük olmayı göçmenler, özgürlüğüne de düşkündürler, bir göz oda olsun ama kendi evi olsun isterler ve çoluk çocuk, hanım yenge bir işe girerler vakit kaybetmeden. Sadri Aziz de aile bütçesine destek olmak için bir fabrikaya girmiştir ama gece düşlerinde Manastır'da bıraktığı futbol takımı vardır. Mahalleli onları, onlar etrafı tanıdıkça, Sadri'nin futbol yeteneği de fark edilir ve genç topçu artık Hipodrom sahasının toprak zemininde geçirir pazar izinlerini. Gündüzleri fabrikada, hafta sonları top peşinde yorulmaktadır da hiç şikayetçi değildir bu durumdan Aziz'lerin çocuğu.  Günler haftaları, haftalar ayları kovalar, Sadri  meşin yuvarlaktan sonra bir de Yenişehirli Nejla'ya gönlünü kaptırır.  Sözdü, nişandı, düğündü derken, genç çiftin bir oğulları olur. Baba Sadri, ilk evladını kucağına alır, öpüp, koklar ve her baba gibi kendi hayallerini evladına nasip etmesini diler yaradandan ama sevdiremez futbolu oğluna. İkinci evlat da kız olunca, 23 Ekim 1990 günü Zübeyde Hanım Doğum Evinde kucağına aldığı Serdar'dadır son ümidi: Futbolcu olacaktır Makedon Sadri'nin evladı...


Plastik toplarla mahalle arasında başlayan futbol serüveni, okul yıllarında sınıf ve futbol takımlarına seçilmeyle devam eder. Hafta içi ders "işkencesi" hiç çekilmez de, hafta sonu Bursa Atatürk Stadyumunda baba ile gidilen Bursaspor maçları her şeyi unutturur. Unutmak demişken, İnter Toto Kupasını nasıl unutabilir ki o minik yüreği, nasıl da ağlamıştır babasının kollarında o gece... Teksas tribününde kaptan Adnan'ları, Yalçın'ları, Sedat'ları izlerken o formaların içinde kendisini düşler de, futbol okulundaki hocaları onu orta saha oyuncusu yapmak isterler. "Boyun kısa oğlum, zayıfsın da, nasıl boğuşacaksın o forvetlerle" derler ve 6 numaralı formayı verirler Serdar'a. İnatçıdır ya Makedonlar, tuttuğunu koparırlar ya, zıplar, koşar, basketbol oynar da, ergenlikle birlikte genlerin de etkisiyle boyu uzar sarışın veledin.
10 yaşında Bursa Güvenspor'dan çıkar ilk lisansı, artık stoper oynayacaktır ve hafta sonları gittiği maçlarda Egemen'i seyreder titizlikle: Topu alışı, oyuna sokuşu, rakibe basışı, hakeme itirazı, forması, tozlukları, kramponları. Sadece Serdar'ın değil, Teksas tribününün de bayrak adamıdır kaptan Egemen. İki sene sonra Bursapor alt yapısına geçiş yapınca, futbol okuluna da para vermekten kurtulur, belki bir gün futboldan para da kazanacaktır, neden olmayacakmış ki? Futbol sevgisi ve hırsı birleşince, alt yapı kategorilerinde sürekli hocaların radarındadır genç Serdar ve artık idmanlarını izlediği "abilerinin" arasına karışma vakti gelmiştir. Genç oyunculara şans vermesiyle tanınan Raşit Çetiner, Genç Milli Takımdaki hocalık görevinden ayrılınca Bursaspor'un teklifine "evet" demiş ve ilk iş olarak namını çok duyduğu Vakıfköy Tesislerindeki genç yetenekleri keşfetmeye soyunmuştur. "Kim var elinizde?" diye sorduğu hocalar, ağız birliği etmişçesine "Serdar" cevabını verince, 16 yaşında liseli Serdar da hayallerine kavuşmuştur. Artık tribünden izlediği, Vakıfköy'de idmanlarını takip ettiği as takım ile antrenmanlara çıkacaktır. Lakin, Bursaspor zor bir süreçten geçmekte, tarihlerinde ilk defa düştükleri Birinci Ligten Süper Lige çıkma çabasındadır tüm camia. Başarılı da olur Raşit hoca, takımı üst lige çıkarır ama Serdar'ın talihsizliği olsa gerek, ona güvenen hocası sağlık sorunları nedeniyle görevi bırakmak zorunda kalır. Engin İpekoğlu genç oyuncuyu kadroda tutar da Bülent Korkmaz'ın Bursa'ya gelişiyle Serdar Aziz'ın adresi üçüncü ligde mücadele eden Merinosspor olur. Önce hocasına kızmış olsa da genç yetenek, daha sonra şöyle anlatacaktır o günleri: "Süper Lig'den 3. Lig'e gönderilmek insanda ister istemez bir moral bozukluğuna yol açıyor. Ama düşününce, Süper Lig'de kadroya giremiyorsunuz, maç oynayamıyorsunuz. Hocalarım da benim iyiliğimi düşündükleri için böyle bir karar veriyor. Üstelik Merinosspor zaten Bursaspor'un takımı. Yabancılık çekme gibi bir sorun yoktu. Aynı yerde, aynı tesislerde çalışıyorsunuz. Merinosspor'da yarım sezon oynadıktan sonra Samet Aybaba gelince beni yeniden A takıma çıkardı. Güvenç Kurtar döneminde ise ön libero ve sağ bek oynadım." Evet, zorlu üçüncü lig koşulları, Serdar'ın futboluna tecrübe katar, artık daha da özgüvenli ve sağlam basar ayakları yere.


Ve İstanbul'a Şükrü Saraçoğlu deplasmanına gidilen bir maçta, soyunma odasında Serdar'ın adını yazar Samet Aybaba taktik tahtasına. İki gün önce kutladığı doğum gününde verilen hediyelerin en değerlisidir Samet hocasının ona uzattığı forma. Güiza'yı tutacaktır, Semih Şentürk'e gol attırmayacaklardır partneri ve abim dediği Ömer Erdoğan'la birlikte. Görevlerini yapar yeşil-beyazlı stoperler, Fenerbahçe'nin forvetlerine geçit vermezler ama takım oyunudur futbol, maçı 5-2 kaybederler. Artık Bursasporlu taraftarlar da ismini öğrenmeye başlar Serdar Aziz'in ve alt yapıdan çıkan bu oyuncuya ayrı bir sempati duyulur tribünlerde. Genç savunma oyuncusu da elinden geldiğince mücadele eder, çocukluğunda hayallerini kurduğu yeşil-beyazlı formayı ıslatmadan terk etmez yeşil zemini.


İlk maç gibi ilk gol de unutulmaz ya, Serdar da PAF liginde attığı iki golden sonra 2008-2009 sezonunda Antalya deplasmanında kafayla kariyerinin ilk golünü de atar. "O maçtan önce yaklaşık 10 haftadır oynamamıştım. Stoper mevkiinde sakatlıklar olunca şans buldum. Maçtan önce en az 10 kişi bana gol atacağımı söylemişti. Oyuna da iyi başladım ve bu başlangıç moralimi yükseltti. Hücuma çıktığım bir pozisyonda takıma korner kazandırdım. Kornerde de Ali ağabeyin iyi ortaladığı topu kafayla ağlara gönderdim. Gerçi top birisine de çarptı ama sonuçta benim golümdü. Futbol hayatımda unutulmayacak bir anıydı benim açımdan." diye anımsar hala o mutlu günü. Güvenç Kurtar ile Bursaspor taraftarının arası açılınca hoca görevi bırakır ve Ertuğrul Sağlam, Serdar Aziz'in yeni hocası olur.  İlk sezonda Ertuğrul hoca Serdar'a forma vermese de, onunla yakından ilgilenir, moral verir ve özgüvenini sağlaması için A2 takımı maçlarına yollar. Serdar da diğer takım arkadaşları gibi hocasına inanır ve güvenir, tekrar yeşil-beyazlı forma ile Bursa Atatürk Stadyumuna çıkacağı günleri iple çeker. Gerçi mutludur da Serdar, oynamasa da Bursaspor tarihine ilk şampiyon olarak yazılan kadronun içinde yer almıştır. Ertesi sene işin içine Şampiyonlar Ligi girince rotasyonda kendine çokça yer bulur, Süper Lig ve Ziraat Türkiye Kupası maçlarında artık ilk onbire onun adını yazar Ertuğrul Sağlam...


Türkiye futbol kamuoyu Serdar Aziz ismini yeni yeni öğrenirken, dede topraklarından bir davet gelir genç stopere: "Gel bizim ulusal takımımızda oyna" Makedonya Futbol Federasyonu ülke futbolunu ayağa kaldırmak için Galli teknik adam John Benjamin Toschak ile anlaşmış ve kurt hoca Avrupa'daki Makedon asıllı topçuları tararken Bursaspor'lu topçuya da kancayı takar. "Makedonya milli takımında oynarsan, seni Real Madrid'e de götürürüm" diyen Toschak'ın teklifini elinin tersiyle iter Serdar ve "Ben Türk'üm, ay-yıldızlı formayı giyeceğim" der.  Defalarca kez genç milli takımlarda giydiği kırmızı beyazlı formayı, 16 Kasım 2014 günü Kazakistan maçında sırtına geçirir. Pek çok topçuya nasip olmayacak şekilde o maçta bir de gol atar Serdar... Sadece milli takımlardan değil, her transfer sezonunda İstanbullu üç büyüklerden de teklif alır Bursalı Serdar ama sürekli "Ben Bursa çocuğuyum, burada büyüdüm ve burada bayrak adam olmak istiyorum." diyerek teklifleri geri çevirir.  Bir bir kopar Bursa'dan takım arkadaşları da o inatla yeşil-beyazlı formaya bağlı kalır, kimse Bursa'dan gideceğine ihtimal vermez de, şanssız bir sakatlık yaşar ama tedavi süresince sahipsiz kaldığını düşünür. Yerel medyada da kendisi hakkında asılsız söylentiler çıkınca, iyice çöker. Hamza Hamzaoğlu da Galatasaray'dan gelen teklifi cazip bulup, "satılsın" raporu verince, Serdar Aziz'in futbol kariyerindeki ikinci takımı Galatasaray olur...


"Kahramanı olmak istediğim bir masalım var" der ya Serdar Aziz'in her şarkısını ezbere bildiği Sagopa Kajmer. İşte sana fırsat, yaz bir İstanbul masalı, içinde kahraman sen ol.

21 Haziran 2016 Salı

12 Meşale








Hırvatistan-Çek Cumhuriyeti maçının bitimine sayılı dakikalar kala Hırvat taraftarların sahaya atmış olduğu meşaleler, maçın durmasına neden olmuş, o dakikaya kadar 2-1 önde olan Hırvatistan milli takımı, duraklamalarda bir gol daha yiyerek 3 puanı elinden kaçırmıştı. Maç sonu hem Hırvatistan, hem de Avrupa basınında bu olay geniş yer bulmuş, takımları galip gelirken böyle bir olayın "ihanet" olduğu yorumları yapılmıştı. Peki, sahaya atılan "12 meşalenin" hikayesi nedir? Hırvat bir taraftarın mevzu hakkında yazdıklarını okuyalım:

              "Hırvatistan'da yaşayan halkın çoğunluğu koyun gibi. Son 25 senede ülkemizde çürümüş hükümetler ve "malı götürürken" yakalanan politikacılar var, insanların hayat standardı her geçen gün kötüleşiyor ama tahmin edin ne oluyor? Halkımız sürekli aynı iki partiye oy veriyor, bir dört sene HDZ partisini, ertesi dört sene SDP partisine. Protesto mu? Hırvatistan'da böyle bir şey göremezsiniz.
                 Şimdi aynı hırsızlık ve çürümüşlüğün başka bir örneğini Hırvat Futbol Federasyonunda görüyoruz. "Koyunların" bir çoğu bile Federasyon Başkanı Suker'in yardımcılığını yapan Mamiç'in kötü olduğunu söylüyor ama bu rezaleti de görmemezlikten geliyorlar zira milli takım Euro 2016'da oynuyor, herkes halinden memnun. Ve halkın milyonlarını çalan bu " adi herif", VIP tribününde oturup, sırıtarak  kimin milli takımı çalıştıracağına, hangi oyuncuların kadroda yer alacağına karar verebiliyor.
                 Saint Etienne'de atılan 12  bugün tüm medyanın gündeminde, insanlar sokakta bu konu hakkında yorum yapıyor, ultralar terörist ve Hırvatistan düşmanı olarak lanse ediliyorlar. Facebookta herkes maç günü tribünde olan ve ultralara benzeyen insanların kişisel bilgilerini paylaşıyor. Altı aydır memleket adına hiç bir şey yapmayan bu "sahte" hükümet, bugün başbakanın çağrısıyla toplanıp, ultralar için yeni yasa ve kanun çıkarma görüşmelerine başladılar. Sanki bir şaka. İnanılmaz...
                  Ve bir ay içinde Hırvatistan'da biz yeni bir seçime gideceğiz ve bizim "koyunlar" tekrardan aynı partilere oy verecek, ya HDZ ya da SDP kazanacak. Hırvatistan'da hiç birşey  değişmeyecek çünkü biz aptalız. Fakat, hey! Unutmayalım, biz Avrupa Şampiyonasında oynuyoruz...


Gunnarsson Formasına Kavuştu



Portekiz-İzlanda maçını seyredenler hatırlayacaktır maç sonu Ronaldo'nun İzlanda kaptanı Gunnarsson'un forma değiştirme teklifine "dudak bükmesini". Üstün oynadıkları, hatta öne geçtikleri maçı berabere bitirmenin de etkisiyle Cristiano Ronaldo, İzlandalı meslektaşına "Sen kimsin ki senlşe forma değiştireyim" tarzı ukalaca bir yaklaşımda bulununca, ertesi gün başta sosyal medya olmak üzere bir çok gazetede haber oldu bu "çirkin" davranış. Bu davranışa gelen tepkiler Real Madrid'li topçuyu "baskılamış" olacak ki, o da formasını Gunnarsson'a yollamış. İzlandalı "efendi" adammış, geri çevirmemiş hediyeyi, hatta sırtında Ronaldo yazan formayla poz da vermiş de, ben olsam bırak forma almayı, adını zikrettirmem yanımda o Portekizli'nin...



Balığa Gidiyoruz Hanım


Euro 2016 saha dışı taraftar olaylarıyla olduğu kadar, birbirinden ilginç pankartlarla da akıllarda kalacağa benziyor. İşte turnuvanın sürpriz takımı Galler'in taraftarının televizyon kameralarına doğru açmış olduğu bir pankart:

"Lütfen bizi çekmeyin zira eşlerimiz bizi Batı Galler'de balıkta  zannediyor."

Başlık

  Petr Cech'in başlığı artık klasik hale gelmişken, Euro 2016'da Türkiye-Hırvatistan maçında sakatlanan ve maç esnasında kafasının kanaması nedeniyle bir kaç kez bandajı değiştirilen Corluka, Çek Cumhuriyeti maçında da kafasında ülke bayrağından oluşan su topu sporcularının giymiş olduğu başlıkla sahaya çıkınca, acaba turnuva boyunca bu halde mi maçlara çıkacak diye merak etmeden duramadık. Zira, Hırvat taraftarlar arasında su topu başlıklarıyla maçlara gelmek bir gelenek halini almış bulunuyor.


20 Haziran 2016 Pazartesi

Kondom


"Umarım Puma kondom üretmiyordur."

Xherdan Shaqiri
İsviçreli Futbolcu

İsviçre-Fransa maçında İsviçreli futbolcuların dört defa formalarının yırtılması üzerine

Dört Forma Bir Top


Euro 2016'nın belki pozisyonlarıyla akıllarda kalmayacak ama yırtılan dört forma ve patlayan bir topu ile anılara kazınan maçı oldu Fransa-İsviçre karşılaşması. Maçlarda pek sık olmasa da nadiren forma yırtıldığına şahit olmuşluğumuz var ama bir defada, hem de aynı takımdan dört adet formanın parçalanması Puma için iyi reklam olmadığı aşikar... Hafif forma yapacağız, geri dönüşümlü malzemeden üreteceğiz derken, forma yapmayı unutmuşlar anlaşılan...Puma'dan cok yakında açıklama gelir...


19 Haziran 2016 Pazar

F*ck



Muhabir: "Portekiz penaltı kazandığında ve Ronaldo topu eline alıp beyaz noktaya diktiğinde ne hissettin?
David Alaba: F*ck... F*ck...


17 Haziran 2016 Cuma

İsveçli Kızlar İçin


 Biz İsveçli kızlar için buradayız...


Bu Tom...
Tom burada değil, çünkü onun yeni bir kız arkadaşı var...
Siz Tom gibi olmayın...

Türkiye:0-1:Hırvatistan


Maç Öncesi:
Euro 2008 sonrası "ezeli ve edebi rakip" olduğumuz Hırvatlar ve Çekler'le yine bir Avrupa Şampiyonasında aynı gruba düşünce, maçın da rumuzu kendiliğinden "intikam" oluvermişti. Hırvatlar, sekiz sene öncesinin rövanşını Dünya Kupası elemelerinde bizden almışlar ama, hem onların hem de bizim kafamızda hala o efsanevi maç yer işgal ediyordu. Grevler, İŞID saldırıları hep hesaba katılmıştı Fransa'da ama taraftar kavgaları göz ardı edilmiş, turnuvaya da maçlardan ziyade bu "mevzular" damga vurmuştu. Herkes pazar günü Parc des Princes etrafında Türklerle-Hırvatlar birbirine girer mi derken, etrafta barış güvercinleri uçuşuyordu. Metroda karşılıklı tezahüratlar, Eyfel önünde Hırvatlarla selfie çektirmeler basın mensuplarının "sahalarımızda görmek istediğimiz hareketler" şeklinde haber yapacaklar anlardı. Tezahürat demiştik ama Hırvatların birbirinden değişik bestelerine biz bir tek "Kırmızı-Beyaz-Şampiyon-Türkiye" şeklinde cevap veriyorduk. Unutmadan, kültürümüzün vazgeçilmezi "ana avrat hal sormalar" da yok değildi. Kulüp seviyesinde yurt dışı deplasmanlarda ezilmiyoruz, hatta çok da sağlam gidip, iz bırakıyoruz da, milli takım seviyesinde bu işi yapamıyoruz. Avrupa ve Dünya Şampiyonlarına hiç ara vermeden katılırsak iki senede bir, belki bu durum değişebilir. Enseyi karartmamak lazım...




Değiştirmemiz gereken başka bir olay da "egomuz"...  Fransa'da bulunduğumuz sürece karşımıza çıkan İrlandalı, İsveçli, Hırvat, Alman, Fransız, Arnavut taraftarların forma arkalarında futbolcu isimleri yazarken, bizim kırmızı-siyah "örümcek adam" formalarımızda Ahmet, Mustafa, Köksal, Nihal, Arif gibi isimler yazıyordu, hakkını yemeyelim bir de bir sürü Arda forması gördük... Forma arkasına kendi adımızı yazınca, o sahada kendimizi mi görüyoruz acaba? Psikologlar, sosyologlar bir ses versin lütfen...


Ekipman ve giysiden devam edersek, Hırvatlarda ilginç olarak kafalarda su topu sporcularının giydiği başlıklar sıkça karşımıza çıkmış, bunu twitterda sorduğumuzda onların bu sporda başarılı oldukları ve bu başarının simgesi olarak taktıkları cevabı almıştık. Bizde ise sırta bayrak bağlama modası yıllardır geçmeyen vazgeçilmezimizdir.



Taraftarları incelerken, fotoğraflarken "Ulan iyi ki bu turnuva Türkiye'de olmadı, yoksa katliam çıkardı" demeden de edemedik. Hatırlayalım, bizim Federasyon Euro 2016'yı almak için çok uğraşmış ama Platini'nin gayretleriyle ev sahibi Fransa olmuştu. Hırvatlar ellerinde bira şişeleri ile Paris sokaklarında gezerken, Ramazan ayında yapılacak turnuvanın Konya'da olma ihtimali, tüyleri diken diken etmeye yetiyordu. Hele maç sonrası Fatih Terim'in basın toplantısında su içmesine gelen "densiz, hadsiz, kendini bilmez" eleştirilerini okuyunca, "aman aman, Allah korumuş" dedik...



Eğlenmeyi biliyordu rakibimiz Hırvatlar, maç öncesi bunun hakkını sonuna kadar da verdiler ki karşılaşma başlamadan bizim taraftarımız kendilerine ayrılan koltukları çoktan doldurmuş, boş sahaya bakarken, onlar stat dışında takılmakla meşguldüler... Belki de Türkiye'de maça girişlerde yaşanan "sıkı mı sıkı" polis araması alışkanlığı buna sebeptir, aynı dili konuşmamıza rağmen "anlaşamadığımız" özel güvenlikler bilinç altımıza bir korku işletmiştir, lakin tam tersiydi Parc des Princes stadı önünde, üç veya dört aramadan geçtik lakin fotoğraf makinemize de laf eden çıkmadı, cebimizdeki bozuk paralara göz koyan da olmadı... PSG maçlarında bu kadar kibarlar mı yoksa turnuvaya özgü mü diye şüphe etmemize sebep de, statta asılı bulunan "alkol, uyuşturucu, meşale, kavga, ırkçılık yasaktır" uyarı panosuydu. Maç içinde bir iki münferit meşale yakıldı, yakanlara ne yapıldı bilmem de, alkol stat içinde büfelerde satılıyor, su gibi tüketiliyordu...


Oyuncular sahaya ayak basmaya başladıklarında, maça 1 saatten az zaman kala da iki tribün yükünü almaya başlamış, Federasyonun bizim taraf koltuklarına bıraktığı ay yıldızlı bayraklarımızla kırmızı bir ortam yaratmışken, rakibimiz ise tribünleri  üzerine kendi şehirlerinin ve semtlerinin adını yazmış oldukları ülke bayraklarıyla donatmışlardı. Özellikle İngilizlere özgü bu alışkanlık, Hırvatlara da sıçramış anlaşılan. Bizde ise tribünde ultrAslan Tayfa, Es-Es Bando, Nefer, Red Boys ve Şehitler Ölmez Vatan Bölünmez pankartları vardı...



Karşılaşmanın başlamasını bekleyen taraftarın sıkılmaması, eğlenmesi ve maça kendini iyiden iyiye vermesi için turnuva organizatörleri iki ülkenin tribünlerine birer anonsçu görevlendirmişler, ellerinde mikrofonlar maçın havasına sokmaktaydılar gelenleri. Bu "arkadaşları" kim seçmiş bilemem de, Hırvat tarafındaki "eleman" tam bir amigo gibi gazlarken taraftarı, bizimki konuşmaktan aciz, takımın skorborda yazılan kadrosunu okuyamayacak kadar cahildi. Yazık... Fransızlar mutlaka ulusal federasyonlara danışmışlardır bu kişileri seçerken de, iki ülkenin tribün marşları çalındığında stadyumda, benzer bir skandal daha baş gösterdi, Hırvatların hep bir ağızdan söyledikleri bir beste varken, bizim taraftar marşımız ise kimsenin daha önce duymadığı "Hayde Türkiyem, hayde" şarkısıydı... Anonsçumuz da, taraftar şarkımız da özensiz bir şekilde seçilmişti... Üzüldük...


Bir eksi puanı da Nike firması aldı topçular sahaya ayak bastıklarında. Avrupa Şampiyonası kuraları çekileli aylar olmuş, hangi ülkenin hangi grupta yer aldığı belliyken, ülkelere forma ve ekipman üretiminde daha hassas davranılması gerekliydi, oysa sanki başka renk kalmamış gibi, iki takım da aynı renk ve tip eşofmanlarla sahada ısınmaktaydılar. Yedekler de dahil 30 küsür kişilik bir turkuaz ordusu... İBB Spor AŞ, amatör kulüplere forma ve eşofman desteğinde bulunur da, takımlar maça çıktıklarında göğüste İBB yazan tıpatıp aynı eşofmanlarla ısınır ya, aynı o manzara...


Maç:
Stat hoparlörlerinden kadrolar okunduğunda pek dikkatimizi çekmedi de, oyuncular ısınırken Ozan Tufan'ın ilk onbir arasında ısınması heyecanımızı düşürdü. Rakitiç, Modriç, Perisiç ve Brozoviç'li orta sahayı kendi takımında dahi forma şansı bulamayan Ozan Tufan'la durdurmak? Macera olsa gerekti ve Fatih Terim de maceraları seviyordu. Oysa, forvetlerinde sadece Mandzukiç'in olduğu rakipte, Hakan Balta'nın yanına Mehmet Topal değil de Semih konulur, Topal da ön liberoda savaşırdı. Kariyerinin son yıllarında iyi bir sözleşme koparmak için "taze gelin" misali nazlanan ve Aziz Yıldırım'dan "veto"yu yemiş, milli maçtan ziyade kafası kendi derdinde olan Gökhan Gönül ve kaç aydır maç oynamamış, yeni kulübü İnter'e sağlam gitme derdinde olan Caner de pek güven vermiyordu aslında. Öte yandan Barcelona'da "kulübe oyuncusu" olan Arda, şampiyon Beşiktaş'ın yedek forveti Cenk, Galatasaray'da  zor bir sezon geçirmiş Selçuk...  Fransa'ya gelirken de grup elemelerinde  milli takım olarak çok iyi gelmedik, ilk defa üçüncülerin bile katılabilecekleri bir turnuvaya son dakika golüyle geldik de hepsi unutulmuştu, ne de olsa takımın başında Fatih Terim vardı, "Türkiye bitti demeden bitmez" sloganımız vardı...  Bir de hazırlık maçında tarihimizde hiç gol atamadığımız İngiltere'ye, golü de bulmadık mı? Havamız yerindeydi...






Oyuna fena da başlamadık hani... Arda ile Hakan Çalhanoğlu ile geldik de Hırvatların üzerine, onlar da Srna ve Perisic kozlarıyla tehdit ettiler beklerimizi. İki takım da birbirini tartar, boşluklar ararken, Gökhan Gönül'ün ortasında Ozan bir kafa vurdu, vurduğuna pişman oldu. O ana kadar maçın gole yaklaşılan en etkili anıydı ve Ozan golü kaçırmıştı. Sonrasında genç topçu eridi gitti: Saçlarını yoluyor, Selçuk'a dert yanıyor, Caner'le pozisyonun muhasebesini yapıyordu. Golü bulsak oyun değişir miydi, Hırvatlar geri gelir miydi, bilinmez de devre golsüz bitecek derken, Modric bi' vurdu, tüm hayallerimizi yıktı... Tribünden Ozan'ın saç düzeltmesini görmedik de, Alman televizyonu iyi yakalamış, tekrar tekrar oynatıp "Bu adam rakibe koşacağına neden saçını düzeltiyor?" diye kafa bulmuş durmuş...





Fatih Terim'in soyunma odası dönüşleri meşhurdur, içeride verdiği gazla ne maçlar çevirmiştir Galatasaray ve Milli Takım da bu sefer içeriden keşke çıkmasaydık der gibiydi tribünler izledikleri ikinci yarıda. Gole ihtiyacı olan kırmızı beyazlı millilerdi ama saldıran Hırvatlardı... Sağdan geldiler. soldan geldiler, direkleri dövdüler de bereket şans yanımızdaydı ikinci golü bir türlü atamadılar. O kadar rahat oynayıp, akıl almayacak goller kaçırdılar ki, biz de gol için ümitlendik, futbolun yazılı olmayan kurallarından "atamayana atarlar" neden işlemesindi ki, hem biz bitti demeden bitmezdi oyun... Hakan Balta ile o pozisyonu da bulduk da, futbol tanrıları maçı hak eden Hırvatların tarafındaydı, düşmedi top Hakan'ın önüne gol yapacak şekilde...









Maç Sonu:
Yemekleri berbat, koltukları "Esenyurt minibüsü sıkışıklığında" ve hostesleri kafamızdaki hostes imgesini yeniden oluşturacak seviyede vasat olan Air France uçağını çekilir kılandı ücretsiz dağıtılan L'equipe gazetesi Fransa dönüşümüzde. Fransızcamız yok ama İngilizcemizle fotoğrafları yoğurunca dergi kalitesindeki gazetede yazılanlara  yorum yapma şansımız da oldu. Doğal olarak kendi ulusal takımlarına sayfalar dolusu yer ayırırken, Türkiye-Hırvatistan maçına da iki sayfa ayırmıştı Fransızlar ve karşılaşmanın "in-out"larını yaparak, maçın röntgenini kısaca çekmişlerdi: Modric, Rakitiç, Perisiç 10 üzerinden 8 ve 7 almışlar, Oğuzhan ve Arda ise 3 puan alabilmişlerdi... Maç içinde çekmiş olduğumuz fotoğraftan sonra "Umarım Arda bu taraftarın desteğine layik oyun oynar" demiştik, L'equipe yazarları da Arda'nın maçtan sonra taraftardan özür dileyen sözlerini yer vermişti.


Geriye dönüp baktığımızda hatıralarımızdan silmek istediğimiz bu maçtan sonra, geriye iki maç daha kalırken, İspanya'nın eski gücümde olmadığını not edelim ve yarın millilerden ümidimizi koruyacak bir sonuç haberi neden almayalım?



Stat: Parc des Princes
Hakemler: Jonas Eriksson, Mathias Klasenius, Daniel Warnmark (İsveç)
Türkiye: Volkan Babacan, Gökhan Gönül, Mehmet Topal, Hakan Kadir Balta, Caner Erkin, Ozan Tufan, Selçuk İnan, Oğuzhan Özyakup (Dk. 46 Volkan Şen), Hakan Çalhanoğlu, Arda Turan (Dk. 65 Burak Yılmaz), Cenk Tosun (Dk. 69 Emre Mor)
Hırvatistan: Subasic, Srna, Corluka, Vida, Strinic, Modric, Badelj, Brozovic, Rakitic (Dk. 90 Schildenfeld), Perisic (Dk. 87 Kramaric), Mandzukic (Dk. 90+3 Pjaca)
Gol: Dk. 41 Modric (Hırvatistan)
Sarı kartlar: Dk. 31 Cenk Tosun, Dk. 48 Hakan Kadir Balta, Dk. 90+1 Volkan Şen (Türkiye), Dk. 80 Strinic (Hırvatistan)

Blog Widget by LinkWithin