Takım sporlarının en zevkli yanıdır turnuvalar. Özellikle söz
konusu basketbolsa ve bizim takım gibi sizi poponuzun üzerine oturtmadan,
tırnaklarınızı kemirtmeden, totemler yapmadan yakanızı bırakmıyorsa. Basketbol
momentumun en üst seviyede tutulduğu bir spordur ve birbirine ters gelen
takımlar bir yarışa girişirse orada muazzam işler olur.
Turnuvanın açılış yazısını yazıp uçak yapıp İspanya semalarına
doğru fırlattık geri dönmeyeceğini bilerek. Buralarda yazdıklarımızla bir
sinerji oluştururuz ümidiyle belki de, düşüncelerimizi dile getirdik. Bizim
isteğimiz "mücadele" temelli bir dilekti ve sevgili Hakan
Üstünberk'in basketbol dünyasına kazandırdığı terimle ifade edecek olursak;
"son topa kadar" yüreğini ortaya koymalarıydı. İlk gün ilk heyecan
dedik Yeni Zelanda karşısına çıktık. Okyanus ötesi ülkenin artık dansıyla boy
gösterdiği turnuvaları geride bıraktığını biliyorduk ama haka dansını izlemek
de turnuvaların ayrı bir rengi oluyor. Tabi bizimkiler dans devam ederken
bench'e doğru yönelince dansın sonunda hareketler bize doğru yönelmiş oldu.
Durup dururken kızdırdık adamları ve onlar da maça bayağı bir motive olarak
başlamış oldu. İlk günden midir, şanssızlıktan mıdır nedir Yeni Zelanda 3
periyodu domine etti. Şunu da söylemek gerekirse bizim gibi alameti farikası
belli takım yapıları için Yeni Zelanda çok ters bir takımdır. Oyunu takip
etmekten yorulan gözler karşısında bedenin iflas etmesi gayet normal oluyor. Bizimkiler
yine de oyuna konsantrasyonlarını üst seviyede tutup maçtan kopmayınca son
dakikalarda vitesi artırıp son 5,5 dakikayı 15-1 gibi ezici bir üstünlükle
geçirmiş oldular. Böylelikle Haka dansı, yerini Zeybek'e bırakmış oldu. Bize
ters gelen bu takımdan gelen galibiyet bizi turnuva için hemen umutlandırmış
oldu. Oğuz Savaş'ın Yeni Zelanda maçı performansına şapka çıkartmayı da
unutmayın.
İkinci günün rakibi "Cream Team" tadındaki ABD idi. Her
ne kadar Durant, Howard gibi oyuncular dinlenme etabında olsa da İspanya'ya
gelen bu takım son derece aç ve atletik. Bir 2004 olimpiyat kadrosu kadar da
kötü değiller hani. 2004 kadrosunda Tim Duncan olmasa en kötü takım yaftasını
yapıştıracağım. Bu takım ise çok genç ve enerjileri ile bizi yendiklerini
söylemeliyiz. Bundan önceki Amerika maçlarında daha ilk periyotta yuları
ellerine verdiğimizi gün gibi hatırlıyoruz. Ancak bu maç öyle güzel ve inatçı
bir şekilde başladı ki üç periyodu domine etme onurunu yaşama anlarına canlı
tanık olmanın gururunu yaşadık. Öyle bir ruh haline girmişiz ki twitter da şu
sözü yazma cesaretini kendimde bulmuşum:
"Şaka maka ilk yarıyı önde bitiriyoruz.Şu
an harika oynuyoruz.Psikolojik üstünlük de bizde.Bunları Abd ye karşı yazacağım
aklıma gelmezdi :-)"
Sonuç ise beklendiği gibiydi. Bir yerden sonra enerjimiz yetmedi
ve direnemedik. Ancak 3 çeyrek Abd'yi peşinden sürüklemek bile "çoluk
çocuğa gururla bahsedilecek anılar" bölümüne çoktan girmiş oldu. 2 maçtaki
mücadele, hırs, takım olgusu, birliktelik şapka çıkaracak cinstendi.
Bu tarz turnuvalarda bir gün ara vermek her zaman dezavantaj
olmuştur. Nitekim ilk 2 maçta yakaladığımız momentum araya boşluk girince
dağılma özelliği gösterebilebilirdi. Nitekim öyle de oldu. Ukrayna maçının
tamamında oyundan hem fiziksel olarak hem de mental olarak kopuktuk. Ukrayna da
Yeni Zelanda tarzı bir takım ve oyun seviyenizi kusursuz seviyede tutmanız
gerekiyor. Ayrıca Abd maçının verdiği özgüvenin de boy gösterdiği gün gibi
aşikardı onu da belirtelim. Sonuç gerçekten hüsrandı ve spor medyasının çizgisi
bel altı vurma ile göklere çıkarma çizgisi arasında gidip gelmeye başlamıştı.
Biz ülke olarak zoru seviyoruz. Boğulursak derin sularda
boğuluyoruz. Kolaylaştırabileceğimiz durumumuzu zora sokup yeni durumdan bir
mucize, heyecan, şapkadan tavşan çıkarma vs. adına ne derseniz artık bizim
sihrimizi göstereceğimiz özellikler belirlemiş oluyoruz. Finlandiya evet 3’lüklerle
yaşayan ama onun dışında özelliği olmayan bir takım. Dolayısıyla oyun planı ve
düşünce belli olmalı. Dünkü maçın ilk yarısında açıkça belli olan bir şey vardı
ki bizim klasik hastalığımız “hallederiz” düşüncesi yine bizi esir almıştı. İlk
yarıdaki 14 sayılık farkın en büyük nedeni budur. Yan nedeni ise Finlandiya’nın
momentumu yakalayıp konsantrasyonu üst seviyeye çekmesidir. Attıkları 73
sayının 45’i üçlükten gelmiş. Artık konsantrasyonu siz düşünün.
İkinci yarı daha ilk başta müthiş direnç kendini gösterdi. Yapılan
tam saha baskı, mücadele, hırs, devre arasındaki konuşmalar takımı tekrar maça
dahil etti. Son dakikalara kafa kafaya girildi. Mucize bazen gelişinden fark
ediliyor belki ama o heyacanla anlamayabiliyoruz. Emir’in 3 serbest atıştan
birini sokması sonrasında Koponen’in 2 serbest atışı da kaçırması, oyununu ve
şutunu bu sezon kusursuza yakın seviyeye getiren Cenk’in eli titremeden şutu
sokması… Bunların hepsi yıllar sonra anlatacağımız hikayenin satırbaşları olarak
kayıtlara geçti. O psikolojik üstünlüğü yakaladıktan sonra da uzatmada
kazanmamamız imkansızdı.
Evet bu geri dönüşlerin bir anlamı olmalı ancak bozuk saatin günde
iki defa doğruyu göstermesi kadar anlamlı olduğunu düşünüyorum. Ergin Ataman
antrenörlüğünün her ayrıntısını kullanıyor oyuncular yüreklerini koyuyor
eyvallah diyeceğimiz yok. Ancak geri döndüğümüz takımlar Finlandiya ve Yeni
Zelanda idi. Dominik’te bu kumar tutmayabilir. Bugün koltuklarımızda rahat
rahat oturup içeceğimizi keyifle yudumlama niyetindeyiz. Bir mucize daha
kaldırır bu bünyeler sorun yok ama 2. tur için bugünlük bu opsiyonu tercih
etmemeliyiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder