4 Eylül 2014 Perşembe

Bu Geri Dönüşlerin Bir Anlamı Olmalı

Takım sporlarının en zevkli yanıdır turnuvalar. Özellikle söz konusu basketbolsa ve bizim takım gibi sizi poponuzun üzerine oturtmadan, tırnaklarınızı kemirtmeden, totemler yapmadan yakanızı bırakmıyorsa. Basketbol momentumun en üst seviyede tutulduğu bir spordur ve birbirine ters gelen takımlar bir yarışa girişirse orada muazzam işler olur. 

Turnuvanın açılış yazısını yazıp uçak yapıp İspanya semalarına doğru fırlattık geri dönmeyeceğini bilerek. Buralarda yazdıklarımızla bir sinerji oluştururuz ümidiyle belki de, düşüncelerimizi dile getirdik. Bizim isteğimiz "mücadele" temelli bir dilekti ve sevgili Hakan Üstünberk'in basketbol dünyasına kazandırdığı terimle ifade edecek olursak; "son topa kadar" yüreğini ortaya koymalarıydı. İlk gün ilk heyecan dedik Yeni Zelanda karşısına çıktık. Okyanus ötesi ülkenin artık dansıyla boy gösterdiği turnuvaları geride bıraktığını biliyorduk ama haka dansını izlemek de turnuvaların ayrı bir rengi oluyor. Tabi bizimkiler dans devam ederken bench'e doğru yönelince dansın sonunda hareketler bize doğru yönelmiş oldu. Durup dururken kızdırdık adamları ve onlar da maça bayağı bir motive olarak başlamış oldu. İlk günden midir, şanssızlıktan mıdır nedir Yeni Zelanda 3 periyodu domine etti. Şunu da söylemek gerekirse bizim gibi alameti farikası belli takım yapıları için Yeni Zelanda çok ters bir takımdır. Oyunu takip etmekten yorulan gözler karşısında bedenin iflas etmesi gayet normal oluyor. Bizimkiler yine de oyuna konsantrasyonlarını üst seviyede tutup maçtan kopmayınca son dakikalarda vitesi artırıp son 5,5 dakikayı 15-1 gibi ezici bir üstünlükle geçirmiş oldular. Böylelikle Haka dansı, yerini Zeybek'e bırakmış oldu. Bize ters gelen bu takımdan gelen galibiyet bizi turnuva için hemen umutlandırmış oldu. Oğuz Savaş'ın Yeni Zelanda maçı performansına şapka çıkartmayı da unutmayın.

İkinci günün rakibi "Cream Team" tadındaki ABD idi. Her ne kadar Durant, Howard gibi oyuncular dinlenme etabında olsa da İspanya'ya gelen bu takım son derece aç ve atletik. Bir 2004 olimpiyat kadrosu kadar da kötü değiller hani. 2004 kadrosunda Tim Duncan olmasa en kötü takım yaftasını yapıştıracağım. Bu takım ise çok genç ve enerjileri ile bizi yendiklerini söylemeliyiz. Bundan önceki Amerika maçlarında daha ilk periyotta yuları ellerine verdiğimizi gün gibi hatırlıyoruz. Ancak bu maç öyle güzel ve inatçı bir şekilde başladı ki üç periyodu domine etme onurunu yaşama anlarına canlı tanık olmanın gururunu yaşadık. Öyle bir ruh haline girmişiz ki twitter da şu sözü yazma cesaretini kendimde bulmuşum:

"Şaka maka ilk yarıyı önde bitiriyoruz.Şu an harika oynuyoruz.Psikolojik üstünlük de bizde.Bunları Abd ye karşı yazacağım aklıma gelmezdi :-)"

Sonuç ise beklendiği gibiydi. Bir yerden sonra enerjimiz yetmedi ve direnemedik. Ancak 3 çeyrek Abd'yi peşinden sürüklemek bile "çoluk çocuğa gururla bahsedilecek anılar" bölümüne çoktan girmiş oldu. 2 maçtaki mücadele, hırs, takım olgusu, birliktelik şapka çıkaracak cinstendi.

Bu tarz turnuvalarda bir gün ara vermek her zaman dezavantaj olmuştur. Nitekim ilk 2 maçta yakaladığımız momentum araya boşluk girince dağılma özelliği gösterebilebilirdi. Nitekim öyle de oldu. Ukrayna maçının tamamında oyundan hem fiziksel olarak hem de mental olarak kopuktuk. Ukrayna da Yeni Zelanda tarzı bir takım ve oyun seviyenizi kusursuz seviyede tutmanız gerekiyor. Ayrıca Abd maçının verdiği özgüvenin de boy gösterdiği gün gibi aşikardı onu da belirtelim. Sonuç gerçekten hüsrandı ve spor medyasının çizgisi bel altı vurma ile göklere çıkarma çizgisi arasında gidip gelmeye başlamıştı.

Biz ülke olarak zoru seviyoruz. Boğulursak derin sularda boğuluyoruz. Kolaylaştırabileceğimiz durumumuzu zora sokup yeni durumdan bir mucize, heyecan, şapkadan tavşan çıkarma vs. adına ne derseniz artık bizim sihrimizi göstereceğimiz özellikler belirlemiş oluyoruz. Finlandiya evet 3’lüklerle yaşayan ama onun dışında özelliği olmayan bir takım. Dolayısıyla oyun planı ve düşünce belli olmalı. Dünkü maçın ilk yarısında açıkça belli olan bir şey vardı ki bizim klasik hastalığımız “hallederiz” düşüncesi yine bizi esir almıştı. İlk yarıdaki 14 sayılık farkın en büyük nedeni budur. Yan nedeni ise Finlandiya’nın momentumu yakalayıp konsantrasyonu üst seviyeye çekmesidir. Attıkları 73 sayının 45’i üçlükten gelmiş. Artık konsantrasyonu siz düşünün.

İkinci yarı daha ilk başta müthiş direnç kendini gösterdi. Yapılan tam saha baskı, mücadele, hırs, devre arasındaki konuşmalar takımı tekrar maça dahil etti. Son dakikalara kafa kafaya girildi. Mucize bazen gelişinden fark ediliyor belki ama o heyacanla anlamayabiliyoruz. Emir’in 3 serbest atıştan birini sokması sonrasında Koponen’in 2 serbest atışı da kaçırması, oyununu ve şutunu bu sezon kusursuza yakın seviyeye getiren Cenk’in eli titremeden şutu sokması… Bunların hepsi yıllar sonra anlatacağımız hikayenin satırbaşları olarak kayıtlara geçti. O psikolojik üstünlüğü yakaladıktan sonra da uzatmada kazanmamamız imkansızdı.

Evet bu geri dönüşlerin bir anlamı olmalı ancak bozuk saatin günde iki defa doğruyu göstermesi kadar anlamlı olduğunu düşünüyorum. Ergin Ataman antrenörlüğünün her ayrıntısını kullanıyor oyuncular yüreklerini koyuyor eyvallah diyeceğimiz yok. Ancak geri döndüğümüz takımlar Finlandiya ve Yeni Zelanda idi. Dominik’te bu kumar tutmayabilir. Bugün koltuklarımızda rahat rahat oturup içeceğimizi keyifle yudumlama niyetindeyiz. Bir mucize daha kaldırır bu bünyeler sorun yok ama 2. tur için bugünlük bu opsiyonu tercih etmemeliyiz.



Hiç yorum yok:

Blog Widget by LinkWithin