30 Mayıs 2020 Cumartesi

Dennis Bergkamp Röportajı




Arsenal'in "Uçan Hollandalısı" Dennis Berkamp'ın Arsenal'e imza atmasının 25.yılı yaklaşırken, Daily Mail için eski takım arkadaşı Martin Keown, kendisiyle zoom üzerinden bir röportaj yapmış, Sportsmail'den Kieran Gill de onlara katılmış. Eski günlerden unutulmaz anılarla başlayan sohbette Hollandalının geçmişi dair bir çok ayrıntıyı da hafızasında sakladığı görülüyor.

Bergkamp: Zeminden sorumlu görevli bize sahaya girmeyi yasakladığı için küçük tahta bir kalas vardı orada.

Keown: Steve Braddock'tu o. "Sen Dennis Bergkamp olabilirsin ama cumartesiye kadar benim sahama girmezsin!" Senin gibi mükemmeliyetçi bir adamdı.

Bergkamp: Çok gülmüştüm. Herşeyi harika yapmak isteyen hırslı bir herifti. O sahaya yaptığı bakım için bir kaç ödül de almıştı, bu yüzden onu suçlayamam.

Gill: Total Futbol ile büyüdün. İnter Milan'dan Arsenal'e transfer olmadan önce "sıkıcı, sıkıcı Arsenal"i hiç duymuş muydun?

Bergkamp: Hayır! Bana verdikleri sözleri yerine getirmedikleri için İnter'den ayrılmaya karar verdim. Bir çok seçenek vardı ama İngiltere'ye gitmek istedim. Buraya tatile gelirdik, bu yüzden David Dein ve Bruce'la telefonda konuştum. Arsenal'in hikayesi şahaneydi. Topçuları ne çok yaşlı ne de çok genç olan, Londra'nın sıkı bir takımı olan Arsenal'de bir şeyler başarabileceğimizi düşündüm ve kendimi de hiç zaman kaybetmeden evimde hissettim. Ama 25 sene? Hiç farkına varmadım...

Keown: Yemekhanemiz vardı ama sen önceleri akşam yemeği için eve gidiyordun.

Bergkamp: Yemekler oldukça yağlıydı, hiç de futbolcuların yiyecekleri türden değildi.

Keown: Arsene Wenger bizim yemeklerimizi değiştirmeden önce, sen bize başka bir yol göstermiştin.

Bergkamp: Evet, Wenger değiştirdi. Bazen çok aşırıya kaçıyordu, hotele gittiğimizde bütün mini bar bomboş oluyordu. Tamam, alkollü içecekleri çıkart ama Pepsi ya da Cola'yı bırak. Herşeyi değiştirmişti de onu da suçlayamam, Avrupa tarzı bir uygulamaydı. Hollanda ve İtalya'dan geldim, diyetisyenler yoluyla yiyeceklerimiz kontrol altına alınıyordu. Ama Wenger'in yaptığı İngiliz topçular için tamamen bir şoktu. İsveç'te yaptığımız ilk sezon başı kampı hatırlıyorum, tabii ki uçakla gitmemiştim, oraya ailem ve eşim Henrita'yla gitmiştim. Maçımız vardı ve ertesi gün de çift idman yapacaktık. Eşimle yürüyüşe çıkmıştık ve de ne göreyim, tüm İngiliz topçular ellerinde biralar barın dışında kafa çekiyordu. Ertesi gün idmanda herhangi bir sıkıntı yoktu ve akşam tekrar barda aynı rutine devam ettiler.

"Bergkamp'ın babası oğluna isim verirken Manchester United'lı Denis Law'dan esinlenmiş ve onun da bir resmini asmış Amsterdam'daki evlerinin duvarına. Küçük Dennis de o duvara karşı topla "paslaşarak" futbola ilk adımını atmış"

Keown: Ben de aynıydım, Dennis. Duvarda kendimin çerçeveli bir fotoğrafı vardı.

Bergkamp:
Küçük Diego Maradona gibi!

Keown: Duvar en iyi arkadaşımdı çünkü topu her zaman bana geri veriyordu.

Bergkamp: Bizim nesil böyleydi. Ajax'ta gençlerle yaptığımız bir tartışma vardı. Onlar Play Station'larla, televizyonlarla, cep telefonlarıyla vakit geçirdikleri için dışarı çıkmıyorlar ve "10.000 saat kuralını" yerine getiremiyorlar. Oysa bana göre çok fazla antrenman yapmalılar.

Keown: Arsenal'e o inanılmaz yeteneğinle geldin ve Wenger'de de gelecekle ilgili inanılmaz bir vizyon vardı. Başlangıçta onunla nasıl anlaştın? Her birimizi 15er dakikalık mini-toplantılara çağırdığını hatırlıyorum. Bir liste yapmıştı ve en yaşlımız Andy Linighan'la başlamıştı.

Bergkamp: Aklımda olan tek şey Arsenal'in bana verdiği sözlerdi. Bruce'la bir sezon geçirmiştik ve hiç de fena değildi. Avrupa Kupalarına katılmıştık. Daha sonra, İskoçya'da sezon öncesi kampı yapmıştık ve o kovulmuştu. Arsene gelir gelmez, biz onunla oturduk ve konuştuk. Onun futbol felsefesi benim futbol anlayışımla uyumluydu- hücum futbolu, topa sahip olma ve yaratıcılık.

Keown: Wenger'in idmanlarındaki cansız mankenleri hatırlıyorum ve biz daha önce antrenman sahasında böyle bir şey görmemiştik. "Ne s..im bu yahu?" diye şaşırmıştık. Ama sen o anı kaçırmamış ve mankenin önünden ani bir dönüşle, mankeni egale etmiştin. Highbury'de bir maçta top bana gelmişti, ne yapacağımı bilmiyordum ki senin o dönüşü yaptığını gördüm, topu oynadım ve sonrasında gol yapmıştık. Newcastle'a da böyle harika bir gol atmıştın.

Bergkamp: Maçtan sonra "Bunu bilerek mi yaptın?" diye mesajlar almıştım. Aklımda hiç soru işareti yoktu, Robert Pires'in attığı pasla başlayan bir çok ufak hareketin sonucuydu. Şans değildi yani. Bütün mesele top,savunma ve kaleciye doğru kendini odaklamaktır, sonrası zaten geliyor.

Gill: Kariyerinin en iyi golümüydü?

Bergkamp: 1998 Dünya Kupası Çeyrek Finalinde Arjantin'e attığım daha özeldi. Saatlerce top kontrolü, bitiricilik, denge ve ayak çalışması sonucu gelen bir goldü.

Keown: Evet, özeldi o gol. 55 metreden gelen bir pası tek dokunuşla kontrol edip, savunmacıyı geçip, sağ ayak dışıyla golü atmıştın. Her türlü topu kontrol edebiliyordun, sanki ayağında kancalar vardı.

Bergkamp: Parlak parmak ucu! Topla rahat olmak olarak da adlandırabilirim. Ayağımdaki topa bakmak zorunda değilim, çünkü orada olduğunu biliyorum. Gözlerim bağlı bile bunu yapabilirim.


"Bergkamp'ın 2013 yılında çıkan Sükunet ve Hız adlı kitabının bir bölümü Türbülans adını taşıyor. Orada şu meşhur uçak korkusunu ve 1994 Dünya Kupasından sonra uçmayı neden bıraktığını anlatıyor. 'Inter'de oynarken deplasmana gitmeden önce havaya bakıp, hava durumunu düşünmek çok korkutucuydu' "


Bergkamp: Nereden geldiğini bilmiyorum. Uçmaktan ziyade psikolojik bir durum aslında. Beni gerçekten rahatsız ediyordu. Bir kaç deplasmandan sonra iyice kötü olmaya başladım, uyuyamıyordum. Sürekli uçuşu düşünüyordum ve bir karar vermek zorundaydım ki insanlar da beni iyi tanır, bir karar verirsem arkasında yüzde yüz dururum ve başka bir yol da seçmem.

Tabii ki kaçırmak istemediğim bir kaç maçı kaçırdım ama en sonunda bu korkuyu kafamdan silip attım ve harika bir kariyerim oldu. Bu beni daha iyi bir oyuncu ve insan yaptı, o yüzden iyi bir karardı.

Keown: Ama uçmadan A'dan B'ye gitmek için saatlerce yorucu yolculuk yapıyorsun. Örneğin, Newcastle deplasmanı. Uçardık ve oraya varıyorduk. Oysa sen hala Vic Akers'le (Arsenal'in malzemecisiyle) yoldaydın.

Bergkamp: Vic bu yolculukları seviyordu. Eğer tersini söylerse, ona inanmam. ben pek kafaya takmıyordum, bana rahatsızlık vermiyordu. Eğer takımdakiler uçarsa, ben de Vic'le mini karavanla gelirdim, kendimi daha iyi hissediyordum.

Keown: 2003'te sözleşmenin uzatılması esnasında bu durum bir problem oluşturdu mu?

Bergkamp: Hayır. Arsenal'e gelir gelmez bundan bahsettim ve onlar problem çıkarmadılar. Kendimi evde hissediyordum, çok anlayışlı davrandılar. Benim yapmak istemediğim şeyleri yaptırmak için bana baskı kurmadılar.

Keown: Bir savunmacı olarak sana karşı oynamanın nasıl bir his olduğunu biliyor musun Dennis? Oyun başladığında savunmacı der ki "Ben Bergkamp'ı alırım, diğer arkadaşım da Thierry Henry'i tutar. Sonra sen orta sahaya yöneldiğinde, Bergkamp'ı takip edersem, savunma Henry'yle baş başa kalır."

Bergkamp: Bu benim ufak savaşımdı.

Keown: Sekiz sene arka arkaya birinci ya da ikinci bitirdikten sonra Arsenal, üçüncü ve dördüncü olmaya başlamıştı. 2006'dan sonra takıma ne oldu?

Bergkamp: Arsene deneyler yapmaya başladı.

Keown: Beşli orta saha. Seni orada kullanmak yerine Fabregas'ta ısrar etti. Sen forvette başlar ve sonra orta sahaya kayardın ama Wenger bunu değiştirdi. Fabregas'ın yaptığı gibi oyuncu ortada başlayıp, hücüma katılırdı. Yıllar sonra Arsenal'in ünlü kanat oyuncularından biriyle konuştum, ona neden her zaman kenarda durduğunu sordum, serbest oyna dedim, Arsene öyle istedi dedi.

Bergkamp: 2006'dan sonra Arsenal'de oyun çok fazla orta sahada oynanıyordu. Hücüma giden oyuncu yoktu ve sadece tek bir forvet vardı.

Gill: Şampiyonlar Ligini kazanamamak her ikiniz için de büyük bir pişmanlık mı?

Keown: 1998 -2000 arasında iç saha maçlarımızı Wembley yerine Highbury'de oynamamıza izin verilseydi, Şampiyonlar Liginde çok daha ileri gidebilirdik. Nou Camp'ta 1-1 berabere kaldığımız maçtan sonra onların sahasının Highbury'den 10 metre daha geniş olduğu için Wenger'in endişelendiğini hatırlıyorum. Rövanşı Wembley'de 4-2 kaybetmiştik.

Bergkamp: Rakiplerimiz için Wembley'de oynamak bir hayalin gerçekleşmesiydi.

Keown: Fiorentina'lı Gabriel Batistuta'nın sahaya çıkarken ellerini ovuşturup "Wembley. Muhteşem" dediğini hatırlıyorum.

Bergkamp: Onlara yüzde beş daha fazla güç veriyordu. Daha iyi motive oluyorlardı. İlk senelerde kulübün Şampiyonlar Ligini kazanmayı planladığını düşünmüyorum. Ama geliştikçe, bir şansımız olduğunu düşündük. Finale çıktık ama kazanamadık.

"Henry ona "Usta" der, Wright ise "Uzay mühendisi" ve Bergkamp antrenmanlarda kendine has hareketler yapardı. " Bir kere bir gol atmıştın" diye hatırlar Keown "Marco van Basten'in İngiltere'ye attığı gibi. Herkes durmuş ve seni alkışlamıştı."

Johan Cruyff onu 17 yaşında Ajax'ta oynatmaya başlattı ve Hollanda basını Bergkamp'ı "gölge santrafor" olarak tarif ediyordu o yıllarda. Cruyff'tan, Wenger'den çok şey öğrendi, peki Arteta'ya nasıl bakıyor?


Bergkamp: Arteta'nın Chelsea'ye karşı ilk maçını izledim. Takımla yapmak istedikleri oldukça açıktı. Öndeki dörtlü topun peşinde olup, rakibe baskı yapıyordu, orta saha oyuncusu arkadaydı. Büyük bir boşluk vardı. Marco van Basten, Ruud Gullit ve Rijkaard'lı Arrigo Sacchi'nin Milan'ını hatırlıyor musun? İdmanlarda birbirlerine halatlarla bağlıydılar ki maçta da aralarındaki mesafe açılmasın. Bizim takımımızda bu müthişti, her zaman bağlantı vardı, boşluk hiç yoktu.

Keown: Arteta'nın üzerinde çalışacağı bir konu?

Bergkamp: Evet, onun üzerinde çalışıyor ama zamana ve değişik oyunculara ihtiyaç var. Yavaş yavaş topa sahip olmaya başlıyorlar. Sahada üçgenler oluşturuyorlar ve top ayağında olan herkesin üç seçeneği oluyor. Şu an eskisinden daha iyiler. Ama farklı bir kültür oluşturmak zaman alıcı bir şey. Bizim Arsene ile yaptığımız gibi saatlerce çalışmaları lazım.

"2008'de Bergkamp, Ajax'ta görev aldı ve Donny van de Beek ve Matthıjs de Ligt'in futbola sunulmasında ön ayak oldu ama 2017de görevi bırakmak zorunda kaldı."

Bergkamp: Genç takımla ilk onbir arasında bağlantı olmak istedim. İyi bir yoldaydık ama kötü bir şekilde sonuçlandı. Ama futbolun nasıl olduğunu bilirsin. Tekrar futbola dönmek isterim.

Keown: Özlüyor musun?

Bergkamp: Evet. Ajax benim için kapanmış bir defter. Tekrar gençlerle çalışıp, onları as takıma çıkarmak istiyorum, belki İngiltere'de olabilir.

Keown: Seni tekrar görmek isterim. Futbol seninle daha güzel bir spor.


29 Mayıs 2020 Cuma

Karalama Defteri #29


Bu haftaki podcastimizde Galatasaray taraftarının "medar-ı iftarı" slogan "Mayıslar Bizimdir" i blog sayfalarından alıp, podcastte dillendirirken, gün be gün maçları konuştukça, o güne dair ilginç ve unutulmayan anılarla da geçmişi yad ettik. İkinci konumuz ise Anadolu Efes'in elinden "çalınan" Euroleague şampiyonluğu oldu. Futbolda bir çok ülke tekrar maçlara başlamışken, hatta Polonya seyircili oynamayı bile kabul etmişken, NBA başlama hazırlığındayken, Euroleague yönetimi bütün bir sezonun emeğini hiçe sayıp, ligi iptal etti.

Spotify, ITunes, Castbox, Google Podcast ve diğer platformlardan dinlemek için link aşağıda, iyi dinlemeler...

https://link.chtbl.com/iXkyCWOS

25 Mayıs 2020 Pazartesi

Mayıslar Bizimdir


İngilizlerin efsane golcüsü Gary Lineker'in meşhur sözünü bilirsiniz "Futbol iki takım halinde 90 dakika boyunca oynanan ve sonunda Almanların kazandığı bir oyundur." Fatih Terim'in 90ların ortasında Galatasaray'a teknik direktör olmasıyla birlikte, Galatasaray taraftarının da ağızlarına pelesenk olan bir söz ortaya çıktı: "Mayıslar bizimdir" Bu cümle sadece ağızlarda ve tezahüratlarda kalmadı, İTÜ'li Aslanlar sayesinde tribünlere de pankart yapıldı...

Peki, Mayıslar gerçekten Galatasaray'ın mıdır? Üşenmedik, Milliyet'in arşivini açtık, tarama yaptık, Türkiye Ligi şampiyonluklarını, Türkiye Kupası finallerini, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık kupalarını inceledik ve ortaya şöyle bir tablo çıktı: 31 günlük mayıs ayının sadece 7 günü Galatasaray taraftarı bir kupa sevinci yaşamamış... Belki o 7 günde de sarı-kırmızı sevdalılarının yüzünü güldürecek bir başarı vardır da biz bulamadık, eğer siz biliyorsanız, yorumlar bölümüne yazarsanız, seve seve tabloyu tamamlarız...

Başlayalım müsadenizle:

1 Mayıs: 

  • 1 Mayıs işçi bayramı olması vesilesiyle o gün maç ya da final oynanmış olsa gerek ki, herhangi bir final ya da kupa törenine rastlayamadık.


2 Mayıs:

  • Galatasaray adına boş geçen nadir günlerden biri.


3 Mayıs:

  • 03 Mayıs 1998, Galatasaray:4-1:İstanbulspor (Okan, Hakan2,Arif) 12.Şampiyonluk Garantilendi
  • 03 Mayıs 2000, Antalya:3-5:Galatasaray, Türkiye Kupası Kazanıldı
4 Mayıs: 
  • 04 Mayıs 2002, Galatasaray:5-0:Yimpaş Yozgatspor (Perez2,Arif2,Radu) 15. Şampiyonluk Kupası Töreni
(28 Nisan 2002, Kocaelispor:0-2:Galatasaray (Hasan, Radu) 15.Şampiyonluk Garantilendi)
5 Mayıs: 
  • 05 Mayıs 2013, Galatasaray:4-2:Sivasspor (Selçuk2, Burak2) 19. Şampiyonluk Garantilendi
6 Mayıs:

  • Sevinç ve zaferlere bir günlük mola verdik. 

7 Mayıs:
  • 07 Mayıs 2014, Eskişehirspor:0-1:Galatasaray (Sneijder), Türkiye Kupası Kazanıldı
8 Mayıs:
  • 08 Mayıs 1991, Ankaragücü:1-3:Galatasaray, Türkiye Kupası Kazanıldı
9 Mayıs:
  • 09 Mayıs 1998, Karabükspor:2-3:Galatasaray (Hakan,Fatih,Arif) 12. Şampiyonluk Kupası Töreni
10 Mayıs:
  • 10 Mayıs 1997, Antalyaspor:0-2:Galatasaray(Hakan,Hagi) 11. Şampiyonluk Garantilendi (2 Hafta kala)
  • 10 Mayıs 2008, Galatasaray:2-0:Hacettepespor (Hakan,Hakan B.), 17.Şampiyonluk Kupa Töreni
11 Mayıs:
  • 11 Mayıs 2005, Galatasaray:5-1:Fenerbahçe (Hakan3,Necati,Ribery), Türkiye Kupası Kazanıldı
12 Mayıs:
  • 12 Mayıs 2012, Galatasaray:0-0:Fenerbahçe, Süper Final, 18.Şampiyonluk Kupası Töreni
13 Mayıs:

  • Süper Final sezonunda kazanılan "duble şampiyonluktan" sonra bir günlük ara herkesin hakkı olsa gerek.

14 Mayıs:
  • 14 Mayıs 2000, Beşiktaş:1-3:Fenerbahçe, 14. Şampiyonluk Garantilendi
  • 14 Mayıs 2006, Galatasaray:3-0:Kayserispor (İliç, Sabri2) 16. Şampiyonluk Kupa Töreni
15 Mayıs:
  • 15 Mayıs 1988, Galatasaray:2-0:Karşıyaka(Tanju, Prekazi), 8.Şampiyonluk Garantilendi (2 Hafta kala)
  • 15 Mayıs 1994, Galatasaray:2-0:Bursaspor (Ljung,Hakan), 10. Şampiyonluk Kupa Töreni
  • 15 Mayıs 2019, Galatasaray:3-1:Akhisar Belediyespor (Sinan, Feghouli,Diagne) Türkiye Kupası Kazanıldı
16 Mayıs: 
  • 16 Mayıs 1970, Galatasaray:86-83:İTÜ, Basketbol Türkiye Kupası Kazanıldı

17 Mayıs:
  • 17 Mayıs 2000, Galatasaray:4-1:Arsenal, UEFA Kupası Kazanıldı
18 Mayıs:
  • 18 Mayıs 2013, Galatasaray:2-0:Trabzonspor (Riera,Burak), 19.Şampiyonluk Kupası Töreni
19 Mayıs:
  • 19 Mayıs 2018, Göztepe:0-1:Galatasaray (Gomis), 21. Şampiyonluk Kupası Töreni
  • 19 Mayıs 2019, Galatasaray:2-1:Başakşehir (Feghouli, Onyekuru), 22. Şampiyonluk Garantilendi
20 Mayıs:

  • Bir gün nefeslenmek, fena olmaz değil mi?

21 Mayıs:
  • 21 Mayıs 2000, Galatasaray:1-1:İstanbulspor(Recep K.K.), 14. Şampiyonluk Kupa Töreni
22 Mayıs:
  • Kupa sevinci yaşamadık ama Fenerbahçe-Trabzonspor 2010-2011 Şampiyonu Kim diye tartışırken, seyretmek de mutluluk sebebi.
23 Mayıs:
  • 23 Mayıs 1973, Ankaragücü:1-1:Galatasaray, (İlk maç 1-3) Türkiye Kupası Kazanıldı
  • 23 Mayıs 1990, Galatasaray:1-0:Trabzonspor (Tanju), Başbakanlık Kupası Kazanıldı
  • 23 Mayıs 1999, Antalyaspor.1-1:Galatasaray (Burak Akdiş),13. Şampiyonluk Garantilendi
24 Mayıs:
  • 24 Mayıs 1997, Bursaspor:2-3:Galatasaray (Hakan2,Arif), 11.Şampiyonluk Kupa Töreni
  • 24 Mayıs 2019, Sivasspor:4-3:Galatasaray(Linnes,Muğdat2), 22. Şampiyonluk Kupası Töreni
25 Mayıs:
  • 25 Mayıs 1969, Şekerspor:1-2:Galatasaray (Çeloviç,Gökmen Özdenak), 3. Şampiyonluk Kupası Töreni
  • 25 Mayıs 1995, Galatasaray:1-1:Fenerbahçe (Penaltılarda 3-2), Başbakanlık Kupası Kazanıldı
  • 25 Mayıs 2015, Başakşehir:2-2:Fenerbahçe, 20. Şampiyonluk Garantilendi
26 Mayıs:
  • 26 Mayıs 1976, Galatasaray.1-0:Trabzonspor (6-4 penaltılarla), Türkiye Kupası Kazanıldı
  • 26 Mayıs 1991, Beşiktaş:0-1:Galatasaray (Kosecki), Cumhurbaşkanlığı Kupası Kazanıldı
  • 26 Mayıs 1982, Ankaragücü:2-1:Galatasaray (İlk Maç 0-3), Türkiye Kupası Kazanıldı
  • 26 Mayıs 2016, Galatasaray:1-0:Fenerbahçe (Podolski), Türkiye Kupası Kazanıldı
27 Mayıs:
  • 27 Mayıs 1973, Galatasaray:2-1:Bursaspor (Mehmet Özgül2), 6. Şampiyonluk Kupası Töreni
  • 29 Nisan 1973, Galatasaray:1-0:Fenerbahçe, 6. Şampiyonluk Garantilendi (3 Hafta Kala)
28 Mayıs:
  • 28 Mayıs 1972, Galatasaray:2-0:Boluspor (Gökmen Özdenak2), 5. Şampiyonluk Kupası Töreni
29 Mayıs:
  • 29 Mayıs 1988, Galatasaray:1-0:Boluspor(Uğur Tütüneker), 8.Şampiyonluk Kupası Töreni
30 Mayıs:
  • 30 Mayıs 1993, Ankaragücü:0-8:Galatasaray (Arif2,Falko2,Gutschow3,Hakan), 9.Şampiyonluk Kupası Töreni
  • 30 Mayıs 1999, Galatasaray:0-0:Gaziantepspor, 13. Şampiyonluk Kupası Töreni
  • 30 Mayıs 2015, Rizespor:1-1:Galatasaray(Umut Bulut), 20. Şampiyonluk Kupası Töreni
31 Mayıs:
  • 31 Mayıs 1997, Galatasaray:2-1:Kocaelispor (Ümit,Hakan), Cumhurbaşkanlığı Kupası Kazanıldı

15 Mayıs 2020 Cuma

Almanları Rezil Eden Fırıncılar


İkinci Dünya Savaşı başlamadan evvel Rusya'nın en iyi takımlarından biri Dinamo Kiev'di ve taraftarlar takım on birini ezbere sayabiliyordu, özellikle kalecileri Nikolay Trusevich herkesin dilindeydi. Savaşın başlaması ve geçen günlerde şehrin de kuşatılmasıyla birlikte, Dinamo Kiev takımı oyuncuları Kiev'den kaçamadılar ve bir şekilde yaşamlarını sürdürmeye devam ettiler ama aralarındaki iletişimi de asla koparmadılar. Zaten koparamazlardı çünkü Trusevich'in de yardımlarıyla bir çoğu da şehrin 1 numaralı fırınında çalışıyordu.  Önceleri sadece hayatta kalabilmeyi düşleyen eski futbolcuların zamanla futbol sevgileri ağır bastı ve top koşturacak boş arsalar aramaya başladılar. Önce şehrin veletleri onları seyretmeye başladı idman yaparken, daha sonra babaları da geldi ve en sonunda şehri işgal etmiş olan Nazi kuvvetleri futbolculardan haber aldı.

1942 senesinin kış aylarında Almanların, Sovyet Rusya'da ilerleyişi yavaşlamış ve savaşı silahla kazanamayacaklarını anlayıp, Stalin ve onun kurduğu sistemi yıkmak için Rus halkına siyasi propagandaya başlamışlardı. Bu amaçla tiyatro ve sinema salonları halka açılmış, çeşitli broşürlerle tanıtım yapılmış ve özellikle de sportif karşılaşmalar desteklenirken, Kiev'deki futbolcuların kendi başlarına antrenman yapması işlerine gelmişti. Alman yetkililer hemen oyuncuları çağırır ve "Spora karşı değiliz, tam tersi destekliyoruz o yüzden koskoca stadyum dururken, neden boş arazide idman yapıyorsunuz ki?" diye bundan sonra antrenmanları stadyumda yapmalarını teklif ederler. Futbolcular bu teklifi kabul eder.


Çok zaman geçmeden aynı yetkililer futbolcuları tekrar toplar ve yeni bir teklif sunarlar: "Kiev normale dönüyor, görüyorsunuz sinema ve tiyatrolar açıldı, yakında stadyumu da maçlara açacağız. Herkesin bu barışçıl ortamı görebilmesi için bizim Almanların askeri yıldızlarıyla bir maç yapmaya ne dersiniz?" Eski Dinamolu topçular düşünmek için zaman isterler ve oradan ayrılırlar. Kimi faşistlerle maç yapmanın kendi milletine karşı rezilce bir ihanet olacağını söylerken, bir kısmı daha cesurdur: "Almanların teklini kabul edelim, onları sahadan süpürelim ve Kiev halkının gözü önünde rezil edelim. Böylece halkın moralini de yükseltmiş oluruz."

Maç teklifi kabul edilir, Trusevich eski takım arkadaşlarından bir kaç kişi daha bulur ve takım "Start" adını alarak idmanlara eskisinden daha hırslı ve sıkı bir şekilde devam eder.

"Alman Ordusunun Yıldızları-Kiev Şehrinin Yıldızlarına Karşı" yazan afişler şehrin her köşesine asılır, halk ileride "ölüm maçı" ile anılacak karşılaşmaya davet edilir.


Maç günü stadyum tıka basa dolmuştur. Bir tarafta yüzleri gülen ve maçı kazanacaklarından emin Alman askerler ve onların önemli komutanları yer alırken, diğer tribünlerde ise savaştan çıkan aç ve perişan Kiev halkı başlama düdüğünü beklemekteydi. Zenit Stadyumundaki maç başlamadan bir Alman komutan Start soyunma odasına gelir ve kibar bir Rusça ile şöyle der: "Bugünkü maçın hakemi benim, sizin iyi bir takım olduğunuzu biliyorum, lütfen kurallara uyun ve maç öncesi rakiplerinizi düzgün şekilde selamlayın" Ses tonu kibarcadır ama hakemin istediği Ruslardan Nazi selamı vermeleridir. 1938'de İngilizler, Berlin'de Almanya ile yaptıkları hazırlık maçında Nazi selamı vermişlerdi ve bu yıllarca onların utancı olmuştu.
Trusevich'in arkadaşları İngilizler gibi korkak değildi, onlar maç başlamadan evvel sahaya çıktıklarında Nazi selamı yerine, ellerini havaya kaldırıp, göğüslerine götürür ve Kızıl Ordu marşı okurlar. Oyun başladığında bir deri bir kemik kalmış, yırtık pırtık kıyafetli, çarık çürük ayakkabılı Dinamo'lu eski topçuların karşısında kırmızı yüzlü, güçlü, ayaklarında futbol ayakkabısı olan Alman asker-futbolcular çıkmıştı.  Kuvvetli olmaları bir yana, hakemin de kendilerinden olmasıyla komutanlarının gururlu bakışları altında forma çekme, dirsek, tekme gibi futbol dışı her türlü sertliğe de baş vuruyordu Almanlar ve ilk golü de "golyemez" Nikolay Trusevich'in kalesine atmayı başarmışlardı. Tabii kalecinin kafasını yarmayı da ihmal etmezler. Tribünlere korkarak ama yine de bir ümitle giden Kiev'lileri de bir endişe almıştı: "Savaştan sonra bir de sahada yüzümüze tükürecekler..."

Ama... Kimsenin beklemediği bir şey olur ve o çelimsiz ve güçsüz topçulara sanki sihirli bir değnek değmişcesine, Start'lı futbolcular silkinirler, top yapmaya başlarlar ve çok geçmeden beraberliği yakalarlar. Artık, tribünlerde roller değişmişti, Almanlar sus pus olurken, Kievliler çılgınca tezahürat yapıyordu. Trusevich'in arkadaşlarının durmaya niyeti de yoktu, ikinci golü de atarlar ve kalabalık kendinden geçmiş: "Yaşasın! Almanların kıçını tekmeliyoruz" diye bağırır...

Bu tezahürat şüphesiz Alman subayları da kızdırır ve halkın üzerine asker gönderip, susmaları için emirler verilir, hatta havaya ateş bile açılır. Silah sesleriyle beraber hakem de ilk devreyi sona erdiren düdüğü çalar.

Mağlubiyetten galibiyete geçmenin ve tribünleri coşturmanın sevinciyle Rus topçular ellerinde su mataraları birbirlerine sarılırken, soyunma odasına bir Alman komutan girer ve başlar kibarca konuşmaya: "Aferin. Harika top oynadınız ve hepimiz bunu beğendik. Sporcu gururunuzu yeterince okşadınız. Ama ikinci devre işleri akışına bırakın, sizin de bildiğiniz üzere maçı kaybetmek zorundasınız. Alman askeri takımları bugüne kadar hiç kaybetmedi, özellikle de işgal ettikleri topraklarda. Bu bir emirdir, ya maçı kaybedin ya da hepiniz kurşuna dizileceksiniz."

Start'lı futbolcular Alman komutanı sessizce dinler ve konuşma bitince ikinci yarı için sessizce sahaya çıkarlar. Hakemin düdüğüyle maç tekrar başlar ve çok olmadan Nazi askerleri üçüncü golü de kalelerinde görür. Stadın yarısı sevinçten kendinden geçerken, Alman tarafının mırıldanması homurtuya dönüşür. Ve ne olduysa dördüncü golden sonra olur, Alman subaylar elleri tabancalarında yerlerinden kalkar, askerler de stadın etrafını çepeçevre sararlar.

Aslında seyrettikleri bir "ölüm maçıdır" ama tribündekiler bunun farkında değildir, onlar sevinç ve coşkuyla sahada gördüğü manzarayı alkışlarken, neye uğradıklarını anlamlandıramayan Alman asker futbolcuların şaşkın bakışları arasında Start'lı oyuncular bir gol daha atar ve tüm komutanlar öfkeyle tribünleri terk eder.
Atılan 5 golden daha da küçük düşürücü olan ise Start'lı bir topçunun bütün Alman savunmasını geçip, kaleciyi de çalımladıktan sonra topu boş kale yerine orta sahaya yuvarlamasıdır. Maçı yöneten hakem de dakikaların bitmesini beklemez, son düdüğü çalar ve askerler sahaya dalıp, Rus topçuları yakaladıkları gibi kamyonlara yükleyip, toplu katliamları yaptıkları Babi Yar'a götürür.

Futbol tarihinde daha önce böyle bir olay yaşanmamıştır. Bu maçın başından sonuna kadar her şey politikti. Eski Dinamo'lu yeni Start'lı oyuncuların futbol dışında ellerinde başka bir silahları yoktu ve onlar da bu silahı becerilerini ve onurlarını kullanarak ölümsüzlüğü seçmişlerdi. Pek tabii ki kazanmanın ölüm anlamına geleceğini biliyorlardı ama maçı kazanarak hayatları karşılığında şereflerini kurtarmışlardı.

Lakin, "ölüm maçı"nın hikayesi bu kadar basit değildir. Hayatta her şeyin bir nedeni olduğu gibi, son maça gelene kadar bir sürü olay yaşanır Kiev şehrinde ve Almanların öfkesi günden güne de artar..

Dinamolu oyuncular şehri sadece kuşatmadan dolayı terk edememişlerdi, aynı zamanda Kızıl Ordu mensubu oldukları için de bir bakıma tutukluydular. Bir çoğu da 1nolu fırında çalışmaları sebebiyle fırıncılar takımına da kayıtlıydılar.

Almanların Kiev'de bir stadı vardı ama halk burayı kullanamıyordu. Bir gün sokakta gezenler bir afiş ile karşılaşır: "Ukrayna Stadının Açılışı. Ukrayna Stadyumu bugün jimnastik, boks, atletizm yarışmaları ve en önemlisi de futbol maçıyla saat dörtte açılacak"

Bu maçta Alman askerlerinden oluşan takım, fırıncılara karşı mağlup olur ama herhangi bir tutuklanma olmaz. Almanlar yenilgiye öfkelenir, 5 gün sonra daha iyi askeri futbolculardan oluşan bir takım kurarlar ve rövanş için sahaya çıkarlar da Start bu takımı da 6-0'la bozguna uğratır.

Bu maçla ilgili Nazilerin kontrolündeki şehir gazetesinde şöyle bir haber yer alır: "Ama bu galibiyet Start takımı için bir zafer olarak nitelendirilemez. Alman takımı bireysel olarak yetenekli oyunculardan oluşmuştu fakat tam bir takım olamamıştı. O yüzden şansa bir araya gelmiş oyuncuların böyle bir sonuç elde etmesi şaşırtıcı değil. Mağlubiyetin başka bir nedeni de Almanların idmansız olmasıydı. Öte yandan Start takımı herkesin bildiği gibi Dinamo'lu eski oyunculardan oluşuyor, yine de onların bugün gösterdiği performanstan daha iyisini bekliyor insanlar."

Gazetede çıkan bu taraflı yazı aslında gelecekte olacakların da habercisidir. İki gün sonra, tarihler 19 Temmuzu gösterirken Almanlar Start takımının karşısına bu sefer de Macarlardan oluşan bir takım çıkarırlar ama onlar da 5-1 gibi bir skorla boylarının ölçüsünü alırlar. Maçtan sonra şöyle bir haber çıkar gazetede: "Maçın skorundan farklı olarak, iki takım da denk kuvvetlere sahipti"

Nikolay Trusevich'in korumuş olduğu kaleye ilk defa gol atabilen Macarlar, rakiplerinden rövanş maçı isterler ve o karşılaşma da 3-2lik Start galibiyeti ile sonuçlanır. Bu sonuç, Start takımının yenilebileceği havası yaratır ve Almanlar da artık istedikleri zevki yaşayabileceklerdi.

Ve Ağustos'un 6sında Start ile Almanların "en güçlü", "yenilmez" ve "harika" takımı Flakelf'in bir maç yapılacağı anons edilir  Kiev caddelerinde. Gazete maçın tanıtımını yaptığı yazısında Flakelf takımını anlatırken resmen kendinden geçer, onların nasıl yenilmez olduğunu, her maç ne kadar çok gol attığından bahsedip, bunu istatistiklerle süsler. Ama bu maç da Almanların mağlubiyeti ile sonuçlan ve gazete ertesi gün karşılaşmadan söz bile edilmez.

Bu kadar "aşağılanmaya rağmen" Trusevich ve arkadaşları tutuklanmaz.  9 Ağustosta Novoye Ukrainskoye Slovo gazetesinde ufak bir haber yer alır: "Bu akşam şehrin en iyi iki takımı Flakelf ve Start arasında saat 5te Zenit Stadında maç yapılacaktır."

Start'ın eline son bir şans geçmişti, "ölüm maçında" işgalci Nazilerin dediklerini yapsalar, bir yanda fırında çalışıp, bir taraftan da futbol oynayabilirlerdi ama onlar şereflerini koruyup, Babi Yar'a gitmeyi seçmişlerdi...

13 Mayıs 2020 Çarşamba

Penaltıya İsim Veren Adam


Antonin Panenka'ya telefon ettiğinizde, karşı taraftan cevap gelene kadar hep alışık olduğumuz "biip" sesi yerine hiç beklemediğiniz bir sınavla karşılanıyorsunuz. Ciddi bir ses tonuyla size :"En bilinen bıyıklı Çek futbolcu kimdir?" diye bir soru soruluyor ve seçenekler sıralanıyor:
a) Antonin Panacek (oyuncak)
b) Antonin Panenka
c) Antonin Panic ( bakire )"

Daha siz cevap vermeden, aynı ses devam ediyor "Yanlış cevap. Bu kadar düşük zekayla akıllı telefon kullanmamalısınız."

Bu şaka 30 saniye kadar sürüyor ve çoğunlukla da tamamını duyma şansınız oluyor zira Panenka telefonu çoğunlukla çabuk açmıyor. Daha da açık sözlü olursak, Panenka genelde telefonu açmaya tenezzül bile etmiyor. Bütün bunlar 1976 Avrupa Şampiyonası finalinde penaltı atışında topu altına hafifçe bir dokunuşla yükseltip, kalecinin üstünden ağlara yollamasıyla tanınan adam hakkında çok fazla şey anlatıyor aslında. Bir çok futbolcu telefonuna özel zil sesi ayarlamakla uğraşmazken, 63 yaşındaki Panenka'ya telefonla ulaşmakta zorluk çekmemiz bile onun emeklilik günlerini koltukta oturup hatıraları yad ederek, telefonun çalmasını beklemekle geçirmediğini gösteriyor. Kendisiyle çiftler tenis turnuvası maçında buluştum. Kalçasındaki problemden dolayı sekiyordu, kortta çok da hızlı değildi ama ellerine oldukça hakimdi ve bir zamanlar attığı penaltılar ve serbest vuruşlarla kalecileri "bozguna uğrattığı" gibi rakiplerini teniste de zorluyordu. Maçlar arasında kendisinin uzun kariyeri hakkında konuşma fırsatı buldum.

K: İsminiz her zaman 1976 Avrupa Şampiyonası finalinde atmış olduğunuz penaltı atışıyla anılıyor. Bunun bir lütuf mü yoksa lanet mi olduğunu mu düşünüyorsunuz?
A: İkisinin arasında bir şey. Açıkçası, penaltıdan dolayı hem mutluyum, hem de gururluyum. Fakat öte yandan Panenka adını duyan herkesin aklına penaltı geliyor. Futboldaki düsturum :"Taraftarı ve kendini eğlendirmek için oyna".  Barlarda ve diğer mekanlarda insanların benim hareketlerim ve gollerim hakkında konuşmalarını isterdim. Bütün kariyerim boyunca bunu başarmak için uğraştım ama penaltı hepsini gölgede bıraktı. Bu sebeple penaltıyla gurur duyuyorum ama dediğim gibi lütuf mu yoksa lanet mi olduğu hakkında biraz da kararsızım.

K: Fakat penaltıyla ilgili sorulardan rahatsızlık duymuyorsunuz?
A: Kesinlikle hayır. O meşhur penaltıyı belki de bininci defa anlatacağım ama işin parçası bu, buna alışmak zorundasınız. İstesem de istemesem de atmış olduğum penaltı futbol tarihine ve kariyerime geçti ve ben anılarımı ve duygularımı anlatmaya açık bir insanım. Benim gibi penaltı atarak yaptığımı taklit edenlerin var olduğunu gördükçe, bu meşhur penaltının unutulmadığını bilmek beni sevindiriyor. Ve maç anlatan spikerin "Panenka penaltısı" dediğini duyduğumda müthiş mutlu oluyorum. 35 sene evveldi ama çocuklar bile o vuruşu biliyorlar. Üçüncü nesle bile ulaştık."

K: Bir futbolcunun Panenka penaltısı denediğini gördüğünüzde ne hissediyorsunuz?
A: Mutlu oluyorum ama sadece denemeyle olacak bir şey değil. Çok kolay da değil. İki yıl boyunca o vuruşu yapabilmek için çok çalıştım. Olay penaltıda topu kalenin ortasına vurmak değil sadece çünkü aynı zamanda büyük de bir risk alıyorsunuz. Antrenmanlarda oldukça çok çalışmalısınız bu vuruşu.

K: Sizin favori Panenkanız hangisi?
A: Zinedine Zidane ya da Thierry Henry'nin atmış olduğu penaltı. Penaltının hala inanılmaz derece başarıya sahip olduğunu düşünüyorum. Belki 35 defa bu "dokunuşu" yaptım ve sadece bir kez kaçırdım. Daha önceleri penaltıları normal şekilde atıyordum ve çokça da kaçırıyordum. Bu vuruş hala büyük bir silah.

K: Andrea Pirlo ve Sergio Ramos'un Panenka penaltısı atmasıyla sizin vuruşunuz Euro 2012'nin en çok konuşulan konuları arasına girdi? Bunu deneyeceklerini hiç düşündün mü?
A: Kimsenin böyle bir şeyi beklediğini düşünmüyorum ama açıkça beni mutlu da etti. Ve yıllarca benim söylediklerimi de haklı çıkardı: Bu vuruş gerçekten büyük bir silah. Eğer uygun zamanlama ve iyi bir dokunuşla vuruşu yapabilirsen, başarı şansın %100. Penaltı atışları esnasında tüm kalecileri izliyorum ve hiç biri kalenin ortasında beklemiyor.

K: Pirlo'nun penaltısı sonrası size ulaşmanın zor olduğunu biliyorum, telefonunuz oldukça meşgul olmalı. Kaç adet röportaj yaptınız o dönemde?
A: Sayıyı hatırlamıyorum ama sabahtan akşama tüm gün telefondaydım. Yıllar sonra Almancamı tazeledim çünkü Arjantin, İspanya, Avusturya, İtalya ve Fransa gibi futbolla yatıp kalkan ülkelerden telefonlar aldım. Çılgıncaydı. Gazetecilerin o vuruşu Panenka penaltısı diye anlatmaları çok hoştu. İngiltere'de bile bu penaltıdan bahsetseler, birini hatırlayacaklardır. (Gülüyor)

K: İki penaltıdan hangisini daha çok beğendin?
A: Pirlo daha iyi bir vuruş yaptı. Onun penaltısı benimkine çok benziyordu, Ramos biraz daha yükseğe attı ama bir defans oyuncusu olması sebebiyle onun böyle bir işe kalkışması da şaşırtıcıydı. Lakin, açık olan bir şey var ki, her iki topçu da bu vuruşu önceden çalışmışlar, yaptıkları şans değildi yani.

K: Penaltı atmanın sırrını nasıl açıklarsınız?
A: Penaltı her zaman atıcı ile tutucu arasında bir savaştır - sinirlerine en fazla kim hakim olabilecek? Hiç bir kaleci kalenin ortasında durmaz - bütün stratejimi buna bağlamıştım. Kaleci bekler ve ben ayağımı topa temas ettiğimde, o herhangi bir köşeyi seçerek atlar. Topu hafifçe kaldırdığımda rakibim artık hareket halindedir ve geriye dönemez. Öte yandan eğer sert bir vuruş yaparsam, kaleci ani bir refleksle kurtarış yapabilir. Bu yüzden ben topu havaya yumuşakça vuruyorum. Biraz zaman alıyor ama kalecinin geri dönme şansı olmuyor.

K: Kolay gibi gözüküyor?
A: Ama değil. Normal bir penaltı atacağın konusunda kaleciyi ikna etmelisin ve her zaman bunu ya bakışlarınla ya da hareketlerinle yapmayı denemelisin. Ben, nereye istersem, kaleciyi oraya yollamayı başarırdım.

K: İlk denemelerinizde başarılı olduğunuzu anlıyorum da daha sonraları kaleciler sizden şüphelenmedi mi?
A: Avrupa Şampiyonasından bir kaç hafta evvel Dukla Prag'la oynuyorduk. Milli takımdan arkadaşım olan rakip kaleci İvo Viktor, benim bu tarz penaltı atacağımı biliyordu. Ama kalenin ortasında ayaklarının üstünde kalmadı çünkü bir kaleci için köşeye atlamadan sabit kalmak zordur, eğer bir tarafa atlamazsan ve golü yersen, hiç bir çaba göstermediğin için tepkileri üzerine çekersin.

K: Ne kadar çalıştın bu penaltı için?
A: Yaklaşık olarak iki sene. Her idmandan sonra kalecimiz Zdenek Hruska'yı kaleye geçirirdim. Penaltılarda çok başarılıydı, beni bir çok kez yendi ve ona iddialardan çok para kaybettim. Onu alt etmek için ne yapabilirim diye düşünüyordum. Ve ilk aklıma gelen bu vuruş oldu. Bununla birlikte, her gün penaltı atışı çalışıyordum. Zaten haftada bir ya da iki gün denemiş olsaydım, bu vuruşu asla geliştiremezdim.

K: Peki hocalarınızın tepkileri nasıldı?
A: Onlar kararı bana bırakmışlardı. Benim nasıl atacağımı biliyorlardı. Ama bunun gazetelerde fazla yazılmamış olması ve Sepp Maier'in benim takımım Bohemians 1905'in maçlarına gelmemiş olması işin güzel tarafıydı. (Gülüyor)

K: Belgrad'daki finalde penaltıyı atarken, bu sizin ilk denemelerinizden biri miydi yoksa sonrakilerden miydi?
A: Onuncu, belki de ondan daha öncekilerden biri de olabilir.

K: Fakat takım arkadaşlarınız size pek güvenmiyordu, kaleci Ivo Viktor çok da mutlu değildi...
A: Bu doğru. Şampiyona boyunca onunla aynı odayı paylaşıyordum ve bu vuruşun oldukça riskli olduğunu, denemem halinde beni odaya almayacağını söyledi, ama en sonunda yine de odanın kapısını açmıştı...

K: Eğer kaçırmış olsaydınız, başınıza gelecekler hakkında sonrasında hiç düşündünüz mü?
A: Yetenekli bir tornacıyım ve ÇKD'de ( Prag'taki en büyük makine fabrikalarından biri) 30 yıllık bir tecrübeye sahip olurdum diye şakalar yapıyordum. Bilemiyorum, belki kariyerim biterdi. Sistemle "kafa bulduğumu" düşündükleri için beni cezalandıracaklarını duymuştum bir ara.  Belki toplum düşmanı gibi algılanacaktım ve bir yerde kaloriferci olarak çalışacaktım.

K: O yüzden kaçırmayacağınızdan emindiniz?
A: Yüzde bin. (Gülüyor) Belki de turnuva boyunca yaşadığımız coşkuyla ilgi bir şeydir bu özgüven. Turnuva öncesi kimse bize şans vermiyordu, finalde kaybetmiş olsaydık bile, Çekoslovakya dönüşünde insanların bizi saygıyla selamlayacağını biliyorduk. Baskı altında olan taraf Almanlardı.


K: Atmış olduğunuz penaltıdan dolayı Sepp Maier'in sizinle uzun yıllar konuşmadığı doğru mu?
A: Adımı duyduğunda pek olumlu tepki vermediği doğru. Bir çok batılı gazeteci onunla dalga geçtiğimi yazdı o günlerde ama doğru değildi. Penaltıyı gole çevirmenin en kolay yolu olarak görmüştüm vuruşumu. Peki problem neydi? Problem, beni kimse tanımazken, onun dünyanın en iyi kalecilerinden birisi olmasıydı. Onun için kabullenmek pek de kolay olmadı.

K: Belgrad'tan 35 yıl sonra geçen yıl Prag'da buluştunuz. Maier bunu kabul etti mi?
A: Evet, bir sıkıntı yok. Golf oynadık ve bira içtik.

K: Futbolun çok daha endüstriyelleştiği finalden 30 sene sonra bu "unutulmaz penaltı vuruşunu" yapmış olsaydın, ne kadar çok kazanacağını hiç düşündün mü?
A: Açıkça galibiyetten ve penaltıdan çok fazla karlı çıkacaktık, şüphesiz ki pazarlama günümüzde tamamen farklı boyutlarda. Oysa, o sene ülkeye dönüşümüzde ayaklarımızın yere sağlam basması konusunda tembihlendik. Günümüzde olmuş olsaydı o "unutulmaz an",  çok daha fazla ticarileşebilirdi. Daha fazla kazanabilir ve hayatlarımız daha kolay olabilirdi.

K: Avrupa Şampiyonu olduğunuzda ne  kadar kazandınız?
A: 16.000 koruna, yaklaşık olarak 530 Sterlin. Tabii, Almanlar çok daha fazlasını kazanacaktı. Fakat her şey parayla ilgili değil - manevi değeri çok daha fazlaydı.

K: Final maçıyla ilgili anılarınız nelerdir? 2-0 öne geçtiniz ama Almanlar beraberliği yakaladı.
A: Yarı final maçında da Almanların 2-0'dan geri geldiklerini biliyorduk. Kararlılık onların karakterinde var. Neredeyse son dakikaya kadar maçı önde götürdük ama tuhaf bir korner atışından beraberlik golünü yedik. Benim için iyi oldu aslında, yoksa penaltımı atamayacaktım...

K: Takım Belgrad'da niye başarılıydı?
A: Bu sorunun cevabı, biz mükemmel bir harmoniydik. Bütün futbolcular topla iyiydi ama değişik özelliklere sahiptiler: savaşçı olanlar, Pivarnik gibi hızlı gençler, Ondrus gibi "gaz verenler", Moder ya da benim gibi teknik oyuncular. Ve harika golcüler: Nehoda ve Masny. Turnuva öncesi pek konuşulmadı ama biz hazırlık döneminde iyi sonuçlar almıştık. Doğu Avrupa'dan bir takım olunca, sizi pek ciddiye almıyorlar maalesef.

K: Çekoslovakya döneminde bazen takımdaki Çek ve Slovak oyuncular arasında problemler oluyordu. Teknik direktörler bir gruptan fazla oyuncuyu kadroya almamak konusunda dikkatli davranıyorlardı. Buna rağmen sadece siz, Nehoda, Viktor ve Vesely 76 yılındaki Çekoslovakya milli takımının dört Çek oyuncusuydunuz. Bu neden problem olmadı?
A: Takımın ruhu ve havası müthişti. Önceki milli takımlarda bazı zıtlaşmaların olduğunu hatırlıyorum. Bunu bir problem olarak adlandıramam ama mesela yemek yerken, Slovak oyuncular bir masadaydı, Çekler başka. Taktik idmanlarda da durum farklı değildi. Önce Slovaklar için yapılıyordu, sonra Çekler için. Açıkça, bu yakışık olmayan bir durumdu. Ama bizim takımımızda sorun yoktu, hepimiz birdik ve bizi bir araya getiren kaptanımız Tonda Ondrus olmuştu. Onunla çok eğlenceli vakit geçirdik. Ve unutmamak gerekir, çok iyi hocalarımız vardı: Vaclav Jezek ve Jozef Venglos.


K: Final maçını kazandığınızda, bir çok takım arkadaşınız madalyalarını almaya Almanya ulusal takım formasıyla gitti. Komünist rejim yetkilileriyle bir sıkıntı yaşadınız mı?
A: Benim dışımda tüm oyuncuların forma değiştirmesi ve insanların bana vatansever demesi oldukça komikti. Ama bunun sebebi tamamen farklıydı. Ben son penaltıyı atarken diğer takım arkadaşlarım formaları çok önce değiştiği için bana zaman kalmamıştı. Ama kupa töreninden sonra ben de birini bulup forma değiştirdim. (Gülüyor)

K: Komünist rejim döneminde futbolcuların hayatı nasıldı?
A: Normal. Biz politikayla ilgilenmezdik. Profesyonel diye adlandırılıyorduk ama tek avantajımız işe gitmiyor olmamızdı. Tabii ki meşhurduk ve herkes gibi muz ya da portakal sırasında beklemiyorduk, bir çok kişiden fazla kazanıyorduk ama bugünden çok bir farkı yoktu hayatımızın.

K: Ne kadar kazanıyordun o vakitlerde?
A: 30 yaşındaydım, iki çocuk sahibiydim ve ayda 2300 koruna (yaklaşık olarak 80 sterlin) kazanıyordum. Eğer maçları kazanırsak 1200 ile 1600 koruna arası prim de kazanabiliyorduk. Hepsini toplarsak, bir çok vatandaş 2000-2500 koruna arası kazanırken ben yaklaşık olarak 4000 kazanıyordum.

K: Futbolcu olmanın en büyük avantajlarından biri sıradan insanlar sadece Sosyalist blok ülkelerini ziyaret edebilirken, sizin yabancı ülkelere seyahat edebilmeniz.
A: Futbol sayesinde bütün dünyayı gezdim. Dukla Prag kadar tanınmış değildik ama Amerika'dan iki davet aldık. Bohemians için tarihi bir andı: Honduras, Haiti ya da Nikaragua'da oynayan ilk Çek takımıydık. Muhteşem bir tecrübeydi.

K: Seyahatler genelde iki-üç hafta sürerdi. Neler yapardınız?
A: Bir kere Noelde orada kaldığımızı hatırlıyorum. Kolombiya'daydık. Çek asıllı Amerikalı bir iş adamı bizi kendi evine Noel yemeğine davet etti. Takımda aşçı çırağı olarak çalışmış bir arkadaşımız vardı ve bize svickova (Geleneksel sosla sunulan fırında pişirilmiş sığır bifteği) ve meyveli börek yapmıştı. Meyveli börekleri küvette hazırladık, koskoca bir boğa satın aldık ve onu bahçede pişirdik. 30 derece sıcaklıkta bir Noel yaşamamıştık daha önce.

K: Sizin eski takım arkadaşlarınızdan Karol Dobias daha önce yaptığım bir röportajda yurt dışında satıp, para kazanmak için Çekoslovak takımların yanlarında kristal hatıra eşyalar ya da ülkeye ait cam eşyalar götürdüğünden bahsetmişti.
A: Problem şuydu ki biz yurt dışına giderken, para almıyorduk. O yüzden seyahatlerimizi daha rahat yapıp, ailelerimize hatıralık hediyeler almak için biz de satabileceğimiz bir şeyler götürüyorduk yanımızda. Havai'de halkın da paraları olmadığı için değiş tokuş yaptığımızı hatırlıyorum. Bu nedenle onların harika ahşap el yapımı hediyelikler karşılığında onlara t-shirt, şort ya da spor ayakkabı veriyorduk. Bir oyuncunun bandajla bile değiş tokuş yaptığını hatırlıyorum. Hatta bir yolculuk öncesi altı kollu kristal bir avize aldık ama onu uçağa sokmakta problem yaşadık. Bu nedenle onu küçük parçalara ayırmak zorunda kaldık ama tekrar onu kurmaya çalıştığımızda bir türlü beceremedik. En sonunda beş kollu bir avize yaptık ve yedek parçayla onu sattık.

K: Pek çok oyuncunun böyle ilginç deneyimleri yoktur.
A: Evet, yolculuklar oldukça ilginçti. Bir kere şatoda kaldık, bir keresinde çatısız odalarda uyuduk. Martinik'te miydi, Guadelope'ta mıydı hatırlamıyorum da şehrin dışındaki çocuklarla ilgili bir çalışma için bizi "doğadaki okula" götürdüler. Ormandaki sesleri duyabiliyorduk, takımın yarısı korkmuştu. Odalarımızda koşuşturan kertenkeleler vardı, çoğumuz bu ortamda uymak istemedi ama yine de mutluyduk çünkü kertenkeleler zehirli örümcekleri yakalıyorlardı.

K: 32 yaşındayken Rapid Vien'e gitmek için Bohemians'ı bıraktınız. Niye onları seçtin?
A: Komünist yetkililer 32 yaşında ve 50den fazla milli takımda oynamış futbolcuların yurt dışında top koşturmasına izin veriyordu. Belçika'dan da teklif aldım ama onların teklifi 32 yaşıma girmeden 2 ay önceydi. Sonra İspanya, İsveç, Belçika ve Avusturya'dan teklifler de geldi. Eğer sadece parayı düşünseydim, İspanyol Murcia'dan gelen teklifi kabul ederdim ama 32 yaşında İspanya'ya gitmek ve küme düşmeme mücadelesi veren takımda oynamak kolay değildi. Rapid'de forma giyen Frantisek Vesely ve Pepi Bican'dan takımları hakkında iyi şeyler duymuştum ve Avusturyalılardan gelen teklif benim için iyi cazipti, şikayet edemem. Aralarından biri gibi davrandılar bana ve hala orada iyi bir şöhretim var, belki Çek Cumhuriyetinde olduğundan fazla.

K: Everton'a karşı 1985 yılı  Kupa Galipleri Kupasını finalde kaybettiniz. Kötü giden neydi?
A: Dizimdeki problemlerden dolayı maça başlayamadım. Maçtan önce hocayla bir konuşma yaptık ve beni son yarım saatte oyuna almaya söz verdi. Uluslararası futbolcularla dolu Everton takımıyla mücadele edemedik, 3-1lik mağlubiyete rağmen, maçı seyredenlerin gözünde iyi bir intibah oluşturmuştuk.

K: Penaltıları bir yana bırakırsak, sizin serbest vuruşlarınız da meşhur. Serbest vuruştan kaç gol attığınızı hatırlıyor musunuz?
A: Bohemians'ta 70ten fazla gol attım ve bunların yarısı serbest vuruştu. Rapid için de oran üç aşağı beş yukarı aynı. Bunu başarmak için yetenekli olmalısınız ama yetenek tek başına da yetmiyor. 15-19 yaşlarım arasında serbest vuruşlara acayip çok çalışıyordum. Bizden daha uzun, güçlü ve hızlı büyük çocuklara karşı sokakta ya da parkta maç yapıyorduk, bu yüzden hem maçlarda oynayıp, hem de teknik yeteneklerimi göstermek için bir yol bulmalıydım. Serbest atışlarımı barajın üstünden atıyordum ve bazı kaleciler beni şaşırtmak için baraj kurdurmuyordu ama ben de salak değildim, takım arkadaşlarıma baraj yapmalarını söylüyordum. Topu barajın üzerinden aşırtıyordum ve bu da hikayenin sonu oluyordu. (Gülüyor)

K: Futbolu bıraktıktan sonra teknik direktörlük yapmadınız, sadece kısa bir süre yardımcı antrenör oldunuz. Neden?
A: Öyle bir hırsım yok. Eğer bir şeyi yapmak isterseniz, o konu hakkında yetenekli olmalısınız. Teknik direktör olmak için takımla iyi iletişim içinde olup, hem sert hem de titiz olmalısınız. Ben ise daha çok oyuncularla arkadaş olmayı yeğlerdim ama bu meslek için yanlış bir tavırdı. Futbolcular böyle şeyleri takdir etmeyeceklerdir.

K: Ama yine de futbolla iç içe oldunuz ve bir kaç sene evvel Bohemians'ı yok olmaktan kurtarmak isteyen taraftarlara yardımcı oldunuz.
A: Bohemians iflas etmişti ve taraftarlar benden kulübü kurtarmak için geliştirdikleri projeye katılmamı istediler. Hala büyük problemleri olmasına rağmen, Bohemians'ın varlığını sürdürdüğü için çok mutluyum.

K: Onursal başkansınız. Sorumluluklarınız neler?
A: Benim görevim yönetmekten ziyade temsil etmektir. Kulübün sponsorlar, basın ve diğer iş ortaklarıyla olan ilişkilerinden sorumluyum ve takımın imajını daha da geliştirmeye çalışıyorum. İngilizler bunun için güzel bir kelime bulmuşlar: Elçi. Bobby Charlton'ın Manchester United ya da Eusebio'nun Benfica için yaptığı elçilik gibi bir iş benimkisi de...

K: Penaltınız dışında, bıyığınızla da ünlüsünüz. Onu tıraş etmeyi hiç düşündünüz mü?
A: Asla. Bir teklif bekliyorum ve birileri bana milyon verirse, hiç vakit kaybetmeden bıyığımı tıraş ederim. (Gülüyor)


Bu röportaj Karel Haring tarafından The Blizzard dergisi için yapılmış olup, söz konusu dergiden tercüme edilmiştir.

11 Mayıs 2020 Pazartesi

En İyi 10 Kaleci


France Football dergisi gelmiş geçmiş en büyük 10 kaleci listesini geçtiğimiz günlerde yayınlamış. Buna göre bir numara hiç şüphesiz ki Rusların efsanesi "kasketli" kaleci Lev Yashin (1960 Avrupa Şampiyonu ve 1956 Olimpiyat Şampiyonu Rusya) olurken, ikinci sırada ise 73. kere İngiltere milli takımı kalesini koruyan, Stoke City  ve Leicester City efsanesi Gordon Banks yer almış... Kürsüye çıkan bir diğer isim de İtalya'da kaleci denince ilk akla gelen kişi: Dino Zoff.

Peki listenin devamı mı:
4.Gianluigi Buffon
5.Manuel Neuer
6.Peter Schmeichel
7.Sepp Maier
8.Iker Casillas
9.Edwin van der Saar
10.Peter Shilton

Bu listeye Dassaev, Taffarel, van Breukelen, Oliver Kahn, Chilavert gibi kaleciler girmez mi? Pek tabii ki girebilir, sizce?

9 Mayıs 2020 Cumartesi

Socrates ve Futbolcuların Toplumsal Sorumluluğu



"Bira ister misin? Brezilya'nın en iyi fıçı birası burada..." Bunlar Brezilyalı efsane futbolcu Socrates'le onun memleketi Sao Paulo eyaletine bağlı Ribeirao Preto'da Pinguim barında  karşılaştığımızda sarf ettiği ilk sözlerdi. Beni samimi bir şekilde karşılayıp kucakladı ve kariyeri, futbol ve politika hakkındaki düşünceleri hakkında açık açık konuştu. Dört saatten fazla konuşmuş olmalı. 2011 yılının Aralık ayında hayata gözlerini yuman Socrates'le karşılıklı içtiğim son biraydı. Sağlam içiyordu ama kendini de biliyordu. Daha önce yapmış olduğum belgeseller hakkında kendisiyle iki defa röportaj yapmıştım - ilkinde akşamdan kalmaydı ve uyuyakaldığı için buluşmamıza iki saat geç kaldı, diğerinde de röportajdan önce alkol aldığı açıkça belliydi. Ama asla bir George Best olmamıştı. Socrates körkütük sarhoş olmuyordu. O anlatacak bir sürü hikayesi olan "yaşamdan zevk almayı" bilen bir kişilikti. Fikirlerinde samimi, tutkulu, açık ve aynı zamanda komikti. Evet, her zaman komikti.

Socrates, 1982 Dünya Kupasında Brezilya Milli Takımının kaptanı olarak hatırlanacaktır futbolseverlerce. Sakalı, kıvırcık saçları, elinden sigarayı düşürmemesi ve topun ayağına yakışmasıyla bir anda dönemin kahramanı oluvermişti. Bir çok eski futbolcudan topu daha iyi koşturan bu doktor, Pele'nin tahtını da sallamaktaydı. Ama, Brezilya futboluna en büyük etkiyi, Corinthians futbol takımıyla yapmıştı. Brezilya'da askeri diktatörlüğün yaşandığı 1981 yılında Corinthians Demokrasisi adını verdiği radikal planla futbolu kullanarak bütün takımı demokratikleştirip, Brezilya toplumunu da değiştirmek istiyordu. Onun çok sevdiği Brezilyasında, o vakitler demokrasinin adından söz edilmezken, Socrates demokrasinin sembolü olmuştu. Kısaca, o yaşadığı toplumu değiştiren bir devrimciydi.

Bu Socrates'le yaptığım son röportajımdı- barda oturuyorduk ve o en sevdiği şeylerden bahsetmeye başladı: futbol, felsefe ve politikanın birlikteliği...

D: Her zaman bu kadar açık fikirli miydin?
S: Sana ihtiyar bir adamdan bahsedeceğim. Benim babamdan. Babam dünyaya geldiği Brezilya'nın kuzey doğusunda okuyamamış ama her şeyi de orada öğrenmiş. Okula gitmeden kendisini geliştiren, tamamen bir kitap kurduydu. O yüzden doğduğumda sanki bu ülkede yer alan bir çok değişik sosyal fikrin yer aldığı bir kütüphanede doğmuş gibiydim. Brezilya öyle bir ülke ki, her konuda büyük bir potansiyele sahip ama insanlarını yeteri kadar eğitemiyor. Bence ben de bu ruhla doğdum- düşüncelerimi yansıtma ve her şeyi sorgulama, özellikle sosyal konuları...

D: Futbol oynadığın dönemde, okuduğun gazeteyi takım arkadaşına verirken spor sayfasını yırtıyordun. Mesleğine saygı duymuyor muydun?
S: Aslında mesele bu değildi. Ben etrafımdakileri okumaları konusunda teşvik etmek için bunu yapıyordum. Brezilyalı futbolcular sadece spor sayfalarını okumayı tercih ederler. Gazeteyi satın alırdım, spor sayfasını yırtardım ve takım arkadaşlarımın okuması için bırakırdım. En önemli haberlerin spor sayfasında olmadığını vurgulamak istiyordum - politika, ekonomi ve diğer haberlerin daha önemli olduğunu anlamalarını arzuluyordum. Bu nedenle insanların diğer haberleri de okumalarına gayret ediyordum.

D: O halde spor haberlerine karşı değilsin?
S: Hayır, her ne kadar onları okumasam da, hayır. Aktif futbolculuk hayatımda asla spor sayfalarını okumadım...

D: Ya şimdi?
S: Şimdi okuyorum. Futbol oynarken asla okumazdım çünkü yaptığım mesleği etkileyeceğini düşünüyordum. İster olumlu olsun, ister olumsuz olsun her türlü eleştiri seni bir şekilde etkileyecektir, bu nedenle spor haberlerini göz ardı etmeyi tercih ettim. Eğer biri seni övmeye başlarsa, sen de ona inanmaya başlıyorsun. Bu yüzden bilmemeyi tercih ettim.

D: Futbolcuların büyük bir gücü olduğunu ama bu gücü kullanacak eğitimlerinin yetersizliğinden sürekli bahsedersin. Bunu biraz açar mısın? Futbolcunun nasıl bir gücü var?
S: Futbolcular çok güçlü. Çalışanın patrondan daha güçlü olduğu tek meslek futbolculuk. Futbolcu kitleleri elinde tutabiliyor ve onları yönlendirebiliyor. Ama futbolcu ortada savaşacak sosyal bir mevzu olduğunda elinde bu gücün olduğunu ve onu zekice kullanabileceğinin farkında olmalı. Tarihin başlangıcından bu yana insanoğlunun en önemli amacı yaşadığı toplum üzerinde etkili olabilecek iktidarı elde etmektir. İktidarı elde etmenin bir çok yolu var ama hepsinin sonucu aynı- iktidar popülerlik sağlar, popülerlik de iktidar. Futbolcular bu popülerliğe sahip, bu sebeple de inanılmaz güce sahipler çünkü medya ağızlarından çıkan her kelimeyi manşetlere taşıyor. Mesajlarının ne kadar etkili olacağı ise futbolcunun ne kadar ünlü olduğu ve formasını giydiği takımın gücüne göre değişiyor. Ama büyük bir ekonomik güce sahip olduklarını söylemeden de geçmeyelim, en azından şöhretli futbolcuların...

D: Brezilyalı futbolcuların büyük bir ekonomik güce sahip olduklarını düşünüyor musun?
S: Benim top koşturduğum yıllarla karşılaştırırsak kesinlikle evet. 20 - 30 yıl evvele göre günümüzde transfer teklifleri oldukça astronomik. Brezilya'ya kıyasla Avrupa'da futbolcuların kazançları arasında değişiklikler o kadar büyük değildir ama futbolcular hala organizasyonsuzluk sıkıntısı yüzünden kazanmaları gerektiği kadar kazanamıyorlar, ama yine de en azından durumları geçmişten daha iyi. Bu günlerde topçular futbol oynayarak zengin oluyorlar ve para da onlara bağımsızlık, iktidar ve kendi hayatını istediği gibi yaşama özgürlüğü veriyor. Futbolcuların, tek eksik yanları eğitimsizlik. Eğitimsizlik, tecrübe ve bilgi.


D: Bütün bu güçle futbolcu ne yapabilir?
S: Toplumu değiştirebilir. Futbol oynadığım dönemde ben toplumu değiştirebildim. Ünlü ve popüler olduğum için ülkemdeki demokratikleşme sürecinde aktif bir katılımcıydım. Ve söz konusu gücümü toplumu değiştirmek için kullandım. Böyle bir süreçte insanın tek ihtiyacı yaşadığı topluma olan inanç, halden anlama ve savaşma isteği. Ama tek problem bir çok futbolcu bunu anlayacak seviyede eğitimli değil ve bu yüzden maalesef ellerindeki güçle yaşayabilecek şartlarda hayatlarını yaşayamıyorlar.

D: Ama bir çok futbolcu kendine dikkat ediyor gördüğümüz kadarı ile?
S: Ne kadar aktif olduk istedikleriyle ilgili bir konu bu. İnsanlar ilgisiz de olabilir.

D: Futbolcuların kendilerinden başkalarını düşünmek gibi bir sorumlulukları olduğuna inanıyor musun?
S: Bence bir çok konuda eksiklikleri olan bizim gibi bir ülkede yaşıyorlarsa, onların da sosyal sorumlulukları olmalı. Futbolcular yaşadıkları toplumun sesi olabilirler - başka bir deyişle mecliste koltuğu olmayan bir milletvekili gibi davranabilirler. Sadece birlikte yaşadıkları toplumu değiştirebileceklerinin farkına varsalar yeter. Benim görüşüm bu.

D: Ama Brezilyalı futbolcular arasında bir "sessizlik yemini" mevcut. Genelde konuşup, ceza almaktan korkuyorlar...
S: Politik olarak cahil bir topluma sahibiz. Eğitimsizliğin yanında en büyük problemimiz de bu. Bunun sebebi de son yüzyılda ülkenin başına musallat olmuş bir çok siyasi rejim. Neredeyse 50 yıl kadar süren iki tane diktatörlük yaşadık ve bunların meyvesi olarak da politik bilince oldukça uzak bir nesle sahip olduk. Sokaktaki ve spordaki bütün bu sessizliğin sebebi gerçekten bu.

D: Futbolcuların en azından ortaöğretimi bitirmeleri şartıyla profesyonel olabilecekleri konusundaki planların hakkında bilgi verir misin?
S: Bu benim hayallerimden biri ve onun için de Mecliste deyim yerindeyse bir savaş veriyorum. Bakış açıma göre futbolcu ulusal bir figürdür - inanılmaz derecede tanınan biridir ve sözü Brezilya Devlet Başkanından bile daha fazla dinlenir. Prestij ve başarının en büyük sembolüdür. Özellikle de maddi durumu daha kötü olanlar için, futbolcu hayatta bir hedeftir - binlerce kişinin bulunmak istediği yerdedir. Bu yüzden futbolcu olduğu yere en az eğitim ve bilgi ile gelirse, kendisini örnek alacak gençleri de kötü etkileyecektir. Ve sonra ne mi olacak? Bizler zaten her geçen gün daha eğitimsiz ve daha kültürsüz nesiller yetiştiriyoruz. Zaten fakirler, hayatları "bitmiş" ve  neden eğitim almak için uğraşsınlar ki? Onların idölleri okumamış ki, onlar neden farklı davransınlar? Ben futbolu yeni nesillerin daha fazla eğitimli olmaları için bir araç olarak kullanmak istiyorum. Eğer futbolcu olmak istiyorsan, sen de okula devam etmelisin. Böylece profesyonel olamasalar bile - ki çok az bir kısmı olacaktır - en azından herkes öyle ya da böyle, az çok eğitim almış olacaktır. Bir çok çocuk için futbolun tek bir ümit olduğu gerçeğini gözden kaçırmamalıyız. Ve onların aynı zamanda eğitime de ihtiyaçları var. Bu şekilde çocukları ders çalışma konusunda yüreklendirebiliriz.

D: Peki senin bu çalışmalarda rolün nedir? Bu değişikliği anlatmak için neler yapıyorsun?
S: Aslında bu hükümetin görevi. Ben sadece bunun önemli olduğu konusunda politikacıları ikna ediyorum. Çok az kişinin - belki de hiç kimsenin - önemsemediği bu konuda bir fikir tartışması ortamı yaratmak istiyorum. Futbola sadece bir oyun olarak değil de toplumun bir parçası olarak bakmak oldukça hayati. Futbolcular da toplumun bir öğesi olarak görülmeli ve bu nedenle daha iyi eğitime ihtiyaçları var.

D: Bir şeylerin gerçekleşme ihtimali nedir?
S: Doğru insanlarla konuşmaya bağlı. Ve bu da kolay değil.


D: Corinthians Demokrasisi nasıl başladı?
S: Demokrasiyi seviyorum. Daha tutarlı ve mantıklı başka bir rejim düşünemiyorum. Örneğin, ailende bir çok konu seni ya da diğer aile fertlerini ilgilendirir. Bunları tartışabilirsin - herkesin katılımıyla- ve en sonunda çoğunluğun vermiş olduğu kararla en iyi çözümde karar kılabilirsin. İşte demokrasi tam da böyle bir şey. Her zaman bunu sevmiş ve onun için savaşmışımdır. Fakat demokrasinin gerçekleşmesi için bir yerlerde birileri bazı güçlerinden vazgeçmek zorundadırlar. Hiç kimsenin bir diğerinden fazla gücü olamaz ve herkes belli ölçüde tevazu sahibi olmalıdır. Bir şekilde ruhuma işleyen ve hayatım boyunca uğruna savaştığım görüş budur. Bu kişisel bir savaştır. Günlük yaşantım ve mesleğimle ilgili şeyler için savaştım. Sadece mesleğimin getirmiş olduğu sonuçlarla yaşayıp, acı çekmek yerine koskoca bir futbol kulübünün yapısını değiştirme şansını eline geçirmiş aktif bir katılımcı olmak istedim. Kulüpte kriz vardı, felaket bir sezon geçirmiştik ve yeni bir başkan geldi. Topçular kulübü yönetenlerle daha açık ve geliştirici konuşmalar yapmaya başladılar. Bu nedenle, kaptan olarak kulübü daha ileriye götürecek bir çözüm buldum - "Hepimizin karar verme sürecine katılacağı ve herkes için en iyinin ortaya çıkacağı yeni bir demokratik rejimi kabul etmeye ne dersiniz?" Ve biz bununla neyi mi yarattık: Sorumluluk... Grubu ilgilendiren her konuda oylamayla karar verdik. Antrenmanın saat kaçta olacağı, deplasman maçına saat kaçta yola çıkılacağı, nerede konaklayacağımız gibi basit şeyler için bile oylama yapıyorduk. "Goodbye, Mr. Chips" filmindeki öğretmen gibi. Takıma yeni katılan futbolcular bile oylamaya katılıyordu. Yeni Corinthians yaşamını en iyi temsil eden kişileri seçiyorduk ve bunu yaparken de herkesin eşit derecede oyu vardı, çoğunluk kazanıyordu. Kulüp menajerinin yedek kaleci kadar ağırlığı vardı. Malzemeci ya da masör de Brezilya milli takım kaptanı olan benim kadar kulübün bir parçasıydı. Ve bu yaptığımız, kulüp içindeki statülerine bakmaksızın herkese kulübün işleyişine inanılmaz derecede katılım imkanı tanıyordu.
Bir futbol takımı içinde inanılmaz derecede bir rekabet olur, herkesin birinci önceliği ilk onbirde oynamak, sonra da takım arkadaşları arasından sivrilmek. Bu da olumsuz manada rekabetçi bir hava yaratır. Ama biz herkesi işbirlikçi bir ortama soktuğumuzda takım içindeki rekabeti azalttık ve böylece maç sonuçları da düzelmeye başladı, çünkü bireysellikten uzak inanılmaz bir takım ruhu yakalamıştık. Böylece de Corinthians Demokrasisi ortaya çıkmış oldu.

D: Herkes yeni sisteme uyum sağladı mı yoksa karşı çıkan oldu mu?
S: Başlangıçta bir çok insan tepki göreceği korkusuyla fikir ve önerilerini belirtmekten çekiniyordu. Ki zaten o dönemde hükümet de "sesi çok çıkana" karşı oldukça sertti. Futbolu günlük yaşamdan farklı düşünemezdiniz, bu nedenle insanlar "fikirlerini söylemekten kaçınmaya" alışmışlardı. Lakin, zamanla futbolcular daha cüretkar olmaya, fikirlerini daha açıkça belirtmeye başladılar. Şüphesiz bütün bu gelişmelere karşı çıkanlar vardı ama hayatlarında daha önce böyle bir şey görmemiş olanlar için bunun normal olduğunu düşünüyorum. Yaşamlarında hiç oy kullanmamışlardı ve çoğunluğun söyleyecek sözü olan bir toplum görmemişlerdi. Ama hala bir oyuncu bize katılmak istemediyse bu onun problemiydi. Oy kullanmamış bir kişi gibi düşün - oldukça adil, sana söz söyleme hakkı verildiğinde fikrini beyan etmemişsen, işler istediğin gibi gitmediğinde de şikayet etmeye hakkın yok...

D: Corinthians Demokrasisiyle başardığın işten dolayı gururlu musun?
S: Geçmişe müthiş bir gururla ve zevkle bakıyorum. Daha önce böyle güzel ve inanılmaz bir şey yaşamamıştım. Hepimizin yaşadığı şey özel bir anın gerçekleşmesiydi - özellikle de Brezilya'nın askeri bir diktatörlükle yönetildiği dönemde. Popular kültür sayesinde - ki burada o rol futboldaydı - askeri diktatörlük tarafından yönetilen ülkeye müthiş bir demokrasi getirmiştik. Popüler bir kulüp olan Corinthians'ın ünlü futbolcuları olarak bizler hiç bir şüpheye yer bırakmadan demokrasi kavramını topumun bilincine yerleştirmiştik. Şüphesiz ki muhafazakar kesimler bizim yaratmış olduğumuz hareketi engellemeye çalıştılar ama toplumda gelişmeye başlayan ilerici fikirler bu hareketi destekledi, hatta daha da ileriye götürdü. Futbolu temeline oturtan sosyal bir gelişmeydi ve zamanının da çok ötesindeydi. Bundan sonra böyle bir şeyin olabileceğini hayal bile edemiyorum. Futbolun oldukça tutucu ve muhafazakar bir spor olduğu düşünülürse, bu başardığımızı şimdi düşünmek bile imkansız.

D: Demokrasi hareketini engellemek isteyen çok sayıda karşıt fikirli insan var mıydı?
S: Şüpheniz mi var? Futbolun içindeki muhafazakar kesimler diktatörlüğün onlara sağladığı konumdan faydalanıyorlardı. Bu nedenle bizi istemediler. Biz "kötü örnektik". Fakat Corinthians'ta meydana getirdiğimiz "mini-toplum" farklı bir şeyler gerçekleştirmek istiyordu ve bunu da başardı. Dürüst olmak gerekirse, çok da uğraş verdik. Fikirsel bir savaş verdiğimiz için üzerimizde de büyük baskı vardı. Bugün yaşadığımız ülkeden oldukça farklı şartları olan bir ülkede yaşıyorduk. Muhafazakarlar günümüze kıyasla çok daha güçlüydüler ve biz de bazen dayanılmayacak seviyeye gelen baskılara karşı yine de "yerimizde" inatla durabildik. Tabii, toplumu değiştirmekle mükellef kurumlar da bize destek oldu. Geleceğin devlet başkanı Lula'nın İşçi Partisi ile yan yana büyüdük; kulüpte bir konser organize edip, futbol maçı ayarlayıp ya da mangal partisi düzenleyerek onların seçim kampanyası için ilk finansal kaynağı sağladık.


D: Başarılı bir takımınız olduğu için Corinthians Demokrasisi fikri tuttu. Ortalama bir profesyonelin sizin gibi üst düzey futbolcular kadar gücü var mı?
S: Bu önemli bir nokta. Bazı insanlar toplumu değiştirecek kadar toplumsal güce sahip oluyorlar. Ama çoğunluk bunu elde edemiyor. Fakat bu her toplumda aynı - bazı kişiler yaptıklarıyla dikkat çekerler, bazıları önemsenmez bile. Gücü olmayanlar bunu başaramaz, nasıl yapabilsinler ki?

D: Her şey yeteneğe mi bağlı yani?
S: Evet. Her şey yetenek ve inandığın bir fikir uğruna savaşmaya bağlı. Eğer gücün olup, onu kullanmak istemezsen, bu gerçekten anlamsızdır.

D: Profesyonel olarak futbol oynayıp, aynı zamanda üniversitede de okumanın imkanı olduğunu düşünüyor musun?
S: Tamamen önceliklerinizle ilgili bir soru bu. Brezilya futbolu oldukça muhafazakardır - eğer futbolcu okur ve başarılı olursa kendilerine sıkıntı yaratacağı korkusuyla futbolcuların eğitim almamaları için elinden geleni yaparlar. Hiç bir patron altında çalışan işçisinin kendisinden daha akıllı olmasını istemez - özellikle de haklarını bilenleri hiç sevmezler. Bu nedenle sistem herkesin kendi pozisyonu koruması üzerine kuruludur. Ama futbolcu eğer kendi eğitimini önceliklerse, her iki alanda da başarılı olabilir. Bir vatandaş olarak tamamen buna hakkı var. Ama futbolcunun sahip olduğu gücün farkında olmasını istemeyen güçler onu eğitimsiz bırakmak için çalışacaktır. Demokrasi hareketi ülkede diktatörlüğü ortadan kaldırıp, demokrasiyi yeniden inşa etmeye çalıştıkça, çok daha politik oldu. Fakat eşit ve adil şartlarda bir başkanlık seçiminin yapılması sağlanamayınca birden bu fikir hareketi sona erdi.

D: İtalya'da yapılan 1982 Dünya Kupasında oynamak için ülkeden ayrıldığında başlatmış olduğun bir işi terk etme duygusu yaşadın mı?
S: Tek kelimeyle harap ve bitap düşmüştüm. Tamamen tükenmiştim. Çünkü bir şey uğruna savaşmak yaşamın bir parçasıdır. Farklı öneme sahip bir çok savaşlarımız oluyor bu hayatta. Birine başlarsın, sonra bir diğerini kazanmak istersin. Ülkenin başkanını seçecek seçimlerin demokratik bir ortamda yapılması için iki yıl boyunca savaşmıştık. Fikirlerimizi halka indirerek, Sao Paulo, Anhangabau'da bir milyondan fazla vatandaşı sokaklara dökmüştük. Belki 1.5 milyon kişi vardı orada. Tamamen çılgınlıktı ve bu eylem meclise gitti ama onaylanmadı. Meclistekiler demokrasi hareketimizi "kısırlaştırdı" ve bu beni tamamen yıktı. Eğer yasa değişikliğini geçirirlerse, ülkeyi terk etmeyeceğimi bir çok defa söylemiştim, yasa geçmeyince sözümde durmamın yerinde olması gerektiğini düşündüm ve ayrıldım.

D: Gerçekten meclisin bu yasayı geçireceğine inanmış mıydın?
S: Sonucu duyduğumda ağladım. Popüler hareketlere inanmıştım. Fakat en nihayetinde öyle ya da böyle karar verme yetkisi hükümetteydi. Lakin, bu karar kaçınılmaz sonucu sadece bir kaç sene geciktirdi, çünkü çok zaman olmadan diktatörlük devrilmişti. Bir geçiş hükümeti ülke yönetimini devraldı ama en azından artık memlekette askeri rejim yoktu.

D: Corinthians Demokrasisi neden sona erdi?
S: Grubun en çok öne çıkanı olduğum için, bence benim ayrılmam en önemli etkendi. İnandıklarımız uğruna en fazla savaşandım ve toplum ile basına fikirleri ileten kişiydim. İtalya'ya gittiğimde Corinthians'ta bir liderlik sorunu baş gösterdi. Ayrıca, takıma 10 yeni oyuncu getirdiler ve takımın havası tamamen bozuldu. Böylece bizim hareketimizin amacı ve bakış açısı da değişti.

D: Ülkeyi değiştirmek isteyen bir futbol kulübüydü, öyle mi?
S: Sadece işleyişi değiştirmek isteyen bir kulüp değildi. Toplumun ihtiyaçlarını yansıttığımızı düşünüyordum. Kulüp belli konuları ve tartışmaları yüksek sesle dile getiren toplumun bir katalizörü gibiydi. Yalnızca yaptığımız da buydu aslında. Ama Brezilya'yı değiştirmek isteyen tek grup biz değildik, başkaları da çaba içindeydi. Bizim sahip olup, diğer gruplarda eksik olan şey ise bizim mesajı iletebilme gücümüzdü. Ülkedeki en sevilen sporu yapan herkesçe bilinen Corinthians'ın futbolcuları olarak diğer bağımsız kişilerden daha fazla güç ve popüleriteye sahiptik. Bu sebeple kalabalıkların temsilcisi ve sözcüsüydük.

D: Futbolun günümüzde hala bu kadar muhafazakar olduğunu düşünüyor musun?
S: Kesinlikle. Değişen hiç bir şey yok. Futbol her şeyi yok eden bir tümöre sahip.

D: Corinthians Demokrasisinin tekrar ortaya çıkabileceğine inanıyor musun?
S:  Bizim toplumumuza ve insanların ne kadar ileriye gitmek istediklerine göre değişir. Böyle şeyler, herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda ortaya çıkmazlar. Zamana ve mekana bağlı olarak değişen bir çok etkene sahip olmalısınız. Antik Yunandaki demokrasi sadece belirli bir çağda ve belirli bir yerde ortaya çıktı. Tamamen çeşitli faktörlere bağlı. "Her şey ne kadar iyi olsa da, haydi bakalım farklı bir şeyler yapalım" diyebilecek yüreklilikte kişiler ya da gruplarla başlar devrimci hareketler. O yüzden bu süreci ortaya çıkarabilecek uygun şartları ya beklemelisin ya da yaratmalısın.

D: Brezilya futbolunda sınıfsal ön yargılar var mı?
S: Hayır. Brezilya toplumu zaten ön yargılı, özellikle ekonomik açıdan - siyahi vatandaşların daha fakir olması şansa olmasa gerek - ama futbolda ekonomik anlamda ya da davranışsal manada ön yargılar toplumsal hayata göre daha az. Spor yaparken her çeşit ırk ve sınıfsal statüdeki insanla birlikte belli amaç doğrultusunda omuz omuza mücadele sergilediğin için spor sana ülkendeki gerçeklere daha derin ve etraflıca bakma imkanı sağlıyor. Botafogo'da gençken top oynadığım yıllarda yiyecek ekmeği olmayan başka bir çocukla aynı takımda top koşturuyordum. Ben kurslara gider, tıp eğitimi alırken, bu çocuğun tek derdi karnını doyurmaktı. Onun evine gittim ve onun gerçeği ile yüzleştim.

30-40 yıl önceye kadar Brezilyalı futbolcular mesleği sokaklardan öğreniyorlardı. Futbol elit kesimi de çok ilgilendirmediği için, "orta direk" asla kafasını bu işlere takmazdı . Bu nedenle düşük gelirliler bu işe kafa yordu çünkü bu onlar için hayatta profesyonel bir başarı elde etme şansıydı. Ne zamanki spor gelişip daha ticari olmaya ve paranın kokusu alınmaya başlandı, orta sınıf kulüp sahipleri yeşil sahaya odaklanmaya da başladılar. Futbolu bir meslek olarak görüp, takımda forma almaya çalıştılar. Ama onların ekonomik gücü olmasına rağmen futbol yetenekleri yoktu. Onlar her zaman yaptıkları gibi kulüpleri yönetiyorlardı. Bu sebeple onların bu gücü, fakir insanların onlarla yarışmasını biraz daha zorlaştırdı. Lakin yetenek hala değer görüyordu ve fakir sporcular için çok az kapı kapanmıştı. Bütün bunlara rağmen bugün 40 sene evvele göre futbolcu olarak kulübe girmek daha zor çünkü diğer sınıflardan insanlar da takımda forma giymek için yarışıyor ve onların imkan ve olanakları daha fazla.

D: Topluma yardımcı olup, insanları futbolun gücünü kullanarak eğitmek isteyen eski futbolcuların kurmuş olduğu organizasyonlar hakkında ne düşünüyorsun?
S: Harika iş yapıyorlar ama en nihayetinde bu hükümetin görevi. Hükümet sorumluluğunu yerine getirmediği için bu gibi kurumlar ortaya çıkabiliyorlar. Kimsenin böyle bir işi yapmak zorunda olmadığı günleri düşlüyorum, olması gereken bu.

D: 2001 Brezilya Futbol Federasyonu seçimlerinde karşı aday olarak ortaya çıktığın doğru mu?
S: Evet. İnsanların ülke futbolunda olup bitenler hakkında gerçekten konuşmaları için seçimlerde karşı aday olarak ortaya attım kendimi. Bu federasyon nasıl bir şey, biliyor musun? Sanki bir diktatörlük... Federasyonda görev yapanlar dışında kimse onların arasına katılamıyor. Sadece onların söz hakkı var ve istediklerini yapıyorlar. Kimse onlara bulaşamıyor. Bu nedenle ben sadece bir çok kişinin dahil olduğu bir tartışma ortamı oluşturup, "tepedeki" bazı şeyleri değiştirmek istedim. Federasyonda hiç bir futbolcu görevli değil, oysaki en fazla ilgili olması gereken kişiler onlar...

D: Platini'nin UEFA'da çalıştığı gibi sen de federasyonda çalışmayı hiç düşünmedin mi?
S: Benim görüşlerim onunla tamamen karşıt. Ben bir şeyleri değiştirmek istiyorum, güce sahip olmak istemiyorum. Güç sahibi olmak kolay, toplumu değiştirmek oldukça farklı bir şey. Fakat, Brezilya futbolunda çalışmak konusunda kendim için pek de ümitli değilim. Benim en iyi bildiğim ve tutkunu olduğum şey futbol ve sahip olduğum CV ile spor dışında bir şey yapamayacağımı da biliyorum. Lakin, hem doktor hem de yönetici olan eski milli bir futbolcu partinin dışında nasıl bırakılabilir ki?


D: Bir iddiaya göre Muammer Kaddafi seni Brezilya hükümet başkanlığı seçimlerinde destekleyecekmiş. Ne diyorsun bu konu hakkında?
S: Kaddafi tarafından yapılmış bir şaka olarak düşünüyorum bunu. Belki ilerde bir gün bu fikri değerlendirmeye alabilirim ama şimdi değil. Riberao Preta'da politik sekreter olarak çalıştım ama hiç bir şeye adaylığımı koymadım. Dürüst olmak gerekirse aklıma bile gelmedi. Böyle küçük şeylerle uğraşmak oldukça zor bir uğraş. Ben büyük resmin peşindeyim - ulusal politika. Ama oraya gelmek için de benim özellikle hoşlanmadığım bir çok farklı iş yapıp çeşitli basamaklardan geçmelisin.

D: Brezilya'nın 2014 Dünya Kupasına ev sahipliği yapmasıyla ilgili sürece nasıl bakıyorsun?
S: Çok büyük bedel ödeyecekler - hem de çok. Bir çok insan zengin olacak. Ama ne Brezilya futbolu, ne kulüpler, ne futbolcular ne de taraftarlar bu işten faydalanabilecekler. Yine de birileri gittikçe zengin oluyor. Bir çok stadyumumuz olmasına rağmen, hala yeni stadyumlar inşa ediyorlar ve onları bir daha da kullanmayacaklar. Ev sahibi şehirlerden biri olan Cuiaba'nın 60 bin kişilik bir stadyum yapma projesi var. Sadece şehirden değil, eyaletten bütün takımların taraftarlarını alsan bile o stadı senede sadece bir buçuk kere doldurabilirsin. Bu nedenle kimsenin asla gitmeyeceği bir stadyum inşa ediyorlar. Aynı şey Manaus ve Natal için de geçerli, Sao Paulo'yu bile bu listeye ekleyebiliriz. Onlar Sao Paulo'nun Morumbi stadını kullanmak istemiyorlar. Sanki en önemli sorun buymuşçasına birileri para kazansın diye yeni bir stadyum yapmak istiyorlar. Futbol çimler üzerinde oynanan bir oyun - gerisini kim takar ki? Söyle bana, kim? Bir çok insanın televizyonda seyredeceği maç için kim 60 bin kişilik stadyum inşa etmek ister ki? Üstelik Brezilyalılar tribünde de olmayacak - bilet alacak para bulamayacaklar zira. Nijerya'yı, Kamerun'u, ABD'yi, hatta İtalya'yı seyredecek 60 bin kişi bulamayacaksın. Sadece Brezilya milli takımı bu kadar fazla insanı maçlarına çekebilir.

D: Sence Brezilya Dünya Kupasını kazanabilir mi?
S: Brezilya sadece kazanmak için oynar. Onlar her zaman kazanabilirler ama kupayı alıp alamayacaklarını kimse bilemez. Fakat şöyle bir şey var ki, Dünya Kupası en iyi takımın kazandığı kupa değildir. Bir sirkten bile daha karmaşıktır. Bir ayda 7 maç yaparsın. Ulusal lig maçları gibi değildir. Kazanmak için tek önemli şey maç gününde tam formda olmaktır. Uluslararası bir lig görmek istiyorum, belki de en şahanesi bu olacaktır - dört senede bir içeride ve deplasmanda maçların yapılacağı bir turnuva. Harika olmaz mı? Brezilya-İtalya maçı önce Maracana'da, üç ay sonra da San Siro ya da Roma Olimpiyat Stadında İtalya-Brezilya maçı. Eğer böyle olsaydı, Arjantin '94'te, Brezilya '82'de, Hollanda '74'te, Macaristan '54'te Dünya Şampiyonu olabilirdı, çünkü o zaman iyi futbol oynayan kazanacaktı. Sadece bir maçla Dünya Şampiyonu olmamalısınız. 2002 Fransa'ya bir bakın - Zidane sakatlıktan dolayı takımda olmadığı için ilk turda kaybettiler. Zidane olmayınca takım da olamadılar. Oysa ki Dünya Kupasından bir iki ay evvel, dünyanın en iyi takımıydılar. Eğer bu bir lig şampiyonası olsaydı, Zidane bir ay içinde iyileşir, Fransa da kupayı kazanabilirdi. Futbol hakkında en iyi şey de  zaten emek ve ortaya çıkan ürün değil mi? Diğer türlü, bir oyuncu sakatlanır ve her şey altüst olur. Bunda eğlenceli bir şey yok. Bu sadece ticaretin bir yolu. Dünya Kupaları bir kaç kişiye para kazandırmak için düzenleniyorlar artık...

*The Blizzard dergisinin "The Best Of Five Years" sayısından çevrilmiştir.

8 Mayıs 2020 Cuma

Karalama Defteri #26


Bir haftalık aradan sonra Karalama Defteri'nin 26. bölümü ile yine sizlerle beraberiz... Öncelikle Türkiye Futbol Federasyonu başkanı Nihat Özdemir'in "futbola dönüyoruz" sözleri sonrası İngilizlerin o meşhur şarkısı "Football is Coming Home" la açtığımız podcastimizin ilk bölümünde pandemi tehlikesi tam olarak geçmemişken, başta ülkemiz olmak üzere diğer memleketler neden futbol konusunda bu kadar istekli ve aceleci konusunu tartışırken, maçların oynanmasının getireceği olumlu ya da olumsuz konular üzerinde kafa yorduk...
Sonrasında Galatasaray gündemine göz attığımızda ise Mustafa Cengiz başkana acil şifalar dilerken, sarı-kırmızılı futbolcuların yavaş yavaş Florya'da idmanlara başlaması, Hakan Mert Yandaş ve Emre Kılınç transferlerini "engellemek" için medyada yapılan nafile uğraşlar ve Galatasaray'ın transfer gündemine dair gözümüze çarpan haberlerden bahsettik... Ve bu hafta bolca röportajı da analiz etme şansı bulduk: Selçuk İnan'dan Lemina'ya, Falcao'dan Ergin Ataman'a...

Yine podcastimizin bir klasiği olan "Kısa Kısa" bölümünde ise İbrahim Yazıcı'dan Hasan Kabze'ye, Ronaldo'dan Ana Maria Prodan'a, Zidane'dan Brezilya Futbol Federasyonu Başkanına, Nacional takımından Fellaini'ye, Sırbistan'dan Paris Saint Germain'e ait futbol ve spor dünyasından kısa kısa haberlerin altını çizdik Karalama Defterinde...

Kapanışta da Michael Jordan'ı anlatan Last Dance belgeselinin 3-4-5-6. bölümlerinden öne çıkan hususları da değerlendirip, bu haftalık kapanışı yaptık...

Spotify'da dinlemek için link burada, blog üzerinden dinlemek için sağda tüm podcast bölümleri mevcut....
İyi dinlemeler...

3 Mayıs 2020 Pazar

Materazzi'den Zidane İtirafı


2006  Dünya Kupası finalinde Zidane'nın Materazzi'ye attığı kafa kupanın da önüne geçmiş, maçtan sonra aylarca, belki yıllarca bu olay konuşulmuştu. Aradan neredeyse 14 sene geçmiş olmasına rağmen, Materazzi yine geçtiğimiz günlerde canlı yayına bağlandığı bir instagram hesabında o günü şöyle anlatmış. "Zidane'ın kafası mı? Ondan öyle bir şey beklemiyordum. zaten hazırlıklı olsaydım, ikimiz de bu kavgayı soyunma odasına taşımış olurduk. Maç içinde bir temasımız oldu. İlk devre Fransa'nın golünü atmıştı ve Marcello Lippi de benden gol atmamı istedi. İlk çarpışmamızdan sonra ben Zidane'dan özür diledim ama o bana pek kibar davranmadı. Maç içinde buna benzer bir iki yakın temastan sonra bana döndü ve 'Maçtan sonra formamı sana vereceğim' dedi, ben de üzerinde kız kardeşin olsun dedim. Tabii bu söz üzerine kontrolü kaybetti ve bana kafayı çaktı."
Zidane haklı mı? Sonuna kadar...

Futbol Oynarken Virüs Kapmazsın


Bütün dünya Covid-19 virüsü nedeniyle evlere kapanmış, her türlü sosyal, kültürel ve sportif etkinliği durdurmuşken, Danimarka'dan gelen bir araştırma futbol liglerini yeniden başlatmak isteyen federasyonlar için "can simidi" oldu.

"Bir futbolcu yeşil sahada covid 19 pozitif olan başka bir futbolcunun yanında ortalama olarak bir buçuk dakika geçirir"

Yukarıdaki cümle, Danimarka'nın Aarus Üniversitesi tarafından "futbolcuların futbol oynarken corona virüsünden etkilenip etkilenmeyecekleri" ile ilgili yapılan bir araştırmadan... Nikolas Knudsen, Manuel Thomasen ve Thomas Bull Andersen 14 Süper Lig maçındaki futbolcu hareketlerini ölçüp, yukarıdaki neticeyi ortaya çıkarmışlar.

Henüz herhangi bir dergide yayımlanmamış olsa bile söz konusu araştırma, Kopenhag Üniversitesinden virolog Allan Randrup Thomsen'in dahanin önce ortaya atmış olduğu futbolcuların açık havada futbol oynarken enfekte olma ihtimalleri düşük olduğu tezini de destekliyor bir bakıma. Thomsen "Ulusal Sağlık Kuruluna göre virüsün bir kişiyi ciddi manada etkilemesi için o kişi enfekte olmuş biriyle iki metreden yakın mesafede on beş dakikadan fazla bir arada kalmalı diyor. Bu sebeple meslektaşlarımın ortaya çıkarmış olduğu bilgiler oldukça önemli, özellikle açık alanda futbol oynarken" diye araştırmayla ilgili düşüncelerini belirterek "Futbolcular çok yakın temas halinde bulunacakları soyunma odaları yerine, maçlara evlerinde soyunup gelir, maç bitimi de duşlarını evde alırsa, gol esnasında birbirlerine sarılmazsa, dirsek içine öksürüp, ellerini yıkar ve maç içinde de tokalaşmazsa, futbol oynamaya bir engel yoktur" diye sözlerine devam etmiş ve Amerikan futbolu ve rugbynin sıkıntılı olduğunu ama bizim bildiğimiz futbolu oynamanın bir tehlikesi olmadığını da eklemiş.

Aarus Üniversitesi tarafından yapılan araştırmaya dönersek, Nikolas Knudsen ve Manuel Thomasen futbolcuların sahada nasıl hareket ettikleri konusunda Süper Lig maçlarındaki bilgileri ve analizleri incelemişler. Araştırmanın üçüncü ortağı Thomas Bull Andersen'in anlattığına göre, maç içinde "hayali olarak bir oyuncuyu enfekte kabul edip", onun saha içindeki hareketleri ve diğer oyuncuların ona yakın temas sürelerini ölçmüşler. Buna göre futbolcular enfeksiyon bölgesinde 0 ile 657 saniye arasında bulunuyor, yani 11 dakikanın altında ki ortalama "bir arada bulunma" 1 dakika 28 saniye. "Bir kaç oyuncunun enfekte olduğunu düşünürseniz, bu süreyi de enfekte sayısıyla çarpabilirsiniz" diyor araştırmacılar. Yani iki oyuncu üç dakikanın altında enfekte olma süresi oluştururken, dört oyuncuda bu süre 6 dakikaya çıkıyor.

Tabi bu araştırmanın bir başka boyutu da virüse nerede maruz kalınacağı ile ilgili, örneğin iki rakip kaleci birbirine saha içinde yakın durmazken ya da sağ kanattaki bir oyuncu rakibin sağ kanadında oynayanla temas etme şansı çok azken, forvetler savunma oyuncuları ile oldukça yakın olabiliyorlar.

Araştırma futbol liglerini açmayı düşünenler için sevindirici sonuçlar verse de, unutulmamalı ki burada sadece futbolcuların hareketlerinden bahsediliyor Oysa ki bir futbol maçında, teknik ekipler, seyirciler, yayıncı kuruluş, gazeteciler de var ve bunun yanında futbolcular da topu taç atmak veya korner ya da serbest atışa yerleştirmek için elle tutmaktalar... Futbolcuların teri, daha da kötüsü, futbolcuların sahaya tükürmeleri işin başka bir boyutu... Bu gibi etmenler de virüsün yayılımını hızlandırabilirler hiç kuşkusuz...








Blog Widget by LinkWithin