9 Şubat 2020 Pazar

Kırklarelispor:0-3:Fenerbahçe


"Kızanların çişi geldi beee, soğuktan altlarına eşeycekler"...

Spotify'da yayın yapan Karalama Defteri adlı podcastimizin on dördüncü bölümünde konuşuyorduk Gürkan'la Kırklareli maçına gidip gidemeyeceğimizi. Trakya'nın yeşil-beyazlı gururu Türkiye Kupasında Ankaragücü ve Gaziantep Futbol Kulübü'nün ardından Başakşehir'i de elemiş ve çeyrek finale kalmıştı. E-Bilete karşı duruşumuz malum, passoligli maçlara gitmiyorduk, bu sebeple bir ümit Kırklareli Stadında kağıt bilet olur mu diye muhabbet döndürmüştük ki yayının ertesi sabahı instagram hesabıma bir davet geldi. "Önümüzdeki maça Kırklareli'ne bekleriz hocam" diyordu ultras/Movement blogu kurulduğu 2007 yılından beri takip eden Cemre. "Ama pasolig, e-bilet, biz karşıyız" demeye kalmadan "Kağıt bilet ve biletler benden" diyerek davete noktayı koymuştu...

Kuralar çekilmemiş, rakip belli değildi ama Kırklar'ın "peri masalına" dahil olmak bizi pek de heveslendirmişti. Belki maç öncesi ve esnasında podcast de çekecektik, fena da olmazdı, değil mi? Uzun zamandır tribün ortamına hasret kalmanın "açlığı" ile günleri sayarken, kurada Fenerbahçe çıkmasın mı? Haydaaaa... Kör istedi bir göz, Allah verdi ona iki göz... 39 Gençlik'le birlikte tribünde bağırmak farz olmuştu...

Küresel ısınma dünyanın havasını pek farkında olmasak da fena değiştiriyor, mevsimler aşırı sıcak ve soğuk geçiyor, ilk bahar ve son bahar gibi ara geçişler yok oluyor, yağmur ve karın yağacağı günlerde t-shirtler gezecek sıcaklıklar karşımıza çıkıyor. İşte yine mevsim şartlarının şaşırdığı şubat ayının çarşambası kış kendini hatırlatmak istercesine fena bir yağmurla günaydın dedi bize İstanbul'da. "Abi buralarda çarşamba günleri yağmur yağar, ona göre tedarikli gelin" demişti Cemre ve de son derece haklıydı, Kırklareli yolu boyunca bekleyen jandarma erleriyle birlikte yağmur da "hoş geldiniz" diyordu biz "futbol dilencilerine"... Maç öncesi köfte yiyecek, taraftarlarla takılacak, stadın etrafındaki havayı soluyacak, fotoğraflar çekecek ve "Karalama Defteri Kırklarelispor Özel" bölümü çekecektik... "Kul plan yaparken kader gülermiş" diye çok sevdiğim bir söz vardır, aynen o hesap biz neler neler planladık, Kırklareli'nde 80ler Türkiye tribün ortamının içine düşüverdik...




"Tek bir kuruş geliri olmayan bir kulübüz" diyordu yeşil beyazlı kulübün başkanı Volkan Can, BeinSport'taki Futbol Şehirleri adlı programda. Fenerbahçe ile eşleşmelerini fırsata çevirip, "para kazanmak" için biletleri 100 lira yapmıştı. Günümüz şartlarına göre az bir para değildi ama talep fazlaydı, kimi şehrinin takımını desteklemek, kimi Fenerbahçe'yi görmek, kimi de bizim gibi "peri masalına" şahitlik etmek için Atatürk Stadında yer almak istiyordu. "Kırk yılda bir böyle bir talep var" deyip, hem para kazanmak, hem de maça gelmek isteyenleri kırmamak adına stat kapasitesinin kat be kat fazlası bilet satılmıştı... Maçın başlamasına iki saat kala şehre vardığımızda, öncelikle park sorunu ile karşılaştık, her sokak arası doluydu ki, stadın oldukça uzağında bir arabalık yer bulunca "şükür" çektik. Sonrası ise metrelerce uzayan kuyruklar... Seksenler Türkiyesini hatırlatırcasına sabahlayan taraftarlar günün erken saatlerinde içeri girmiş de binlercesi ise dışarıda bekliyordu. Maçtan önce sosyal medyada "Avrupa Kenti" Kırklareli diye paylaşımlar dönüyordu, boşuna değilmiş, kadın erkek, çocuk yaşlı yeşil-beyaz ya da sarı-lacivert atkılarla yan yana "medeni" bir şekilde sıra bekliyordu. Biz de "medeni" olalım dedik, sıranın sonunu ararken, "Bu iş böyle olmaz" diyerek, şeytana uyduk ve araya kaynayıverdik. Tabii, kuyruk yavaş yavaş ilerliyordu ama zaman ondan daha çabuktu. "Medeniyet bize göre değil" dedik ve stat giriş kapılarına en yakın yere sıkıştırdık kendimiz... Ellerde kağıt biletler, başı sonu belli olmayan düzensiz kuyruklar ve binlerce insan yığını ve tek gaye "maça girebilmek"... Ama ne mümkün, sıra ilerlemiyor, maç saati yaklaşıyordu. Bazen sinirler geriliyor, pet şişeler hedefi belli olmayan kapılara doğru yollanıyor, yönetime öfke saçılıyordu. "Yönetim istifa" ve "Hırsız yönetim" sloganları onar dakika arayla tekrarlanıyordu. Bilmediğimiz şehirde, tanımadığımız insanların arasında ilk defa gördüğümüz stadyuma girmekti gayemiz. "Hayatımda ilk defa elimde bilet olup, maça girememenin" utancını eş dosta nasıl anlatırım diye düşünürken, B ve C planları kurmak için de zorluyorduk "saksıları"... "Şehir dışından geldik, biletimiz var ama giremiyoruz" diye polislerden ya da güvenlikten rica etmek dışında da başka bir alternatif de gelmiyordu akla da girmiş olduğumuz "insan kalabalığından" da çıkamıyorduk ki. Derken yağmur da yağmaya başladı, maça sayılı dakikalar kalmış ve bir kısım taraftar pes ederken, bir kaç genç de turnikelerin üzerinden tırmanıp, stadın içine atlıyordu. "600 lira verdin baba biletlere, nereye dönüyorsun" diyen gen bir kızcağız babasını dönmekten vaz geçirirken, "Oğlum biraz uyanık olun, kapıları açacaklar, hepimiz gireceğiz" diyen amca çoktan ayrılmıştı kuyruktan, yandan bir genç öfke ve çaresizlik içinde günün özetini geçiyordu:"Kızanların çişi geldi beee, soğuktan altlarına eşeycekler"... Maçı tribünde seyretme ümitlerinin tükenmeye başladığı anda birden bir hareketlenme oldu, kapılar ve turnikeler açıldı ve bu "inançlı" insan seli kendini Atatürk Stadının kale arkasında buluverdi. Maça girmiştik, biletimiz kapalı tribün olsa da koltuksuz, merdivensiz, oyun alanı ile aynı yükseklikte tellerin ardından kale arkasında maç izleyecektik... Nasıl izlemekse... Ne göreceksek... Deplasmana gittiğimiz günler aklıma geldi, gece boyunca saatlerce yolculuk yaparsın, maça girersin ve zaten daracık olan deplasman tribününde sıkış tıkış, arkan dönük tezahürat yapar, maçın gidişatını tribünden gelen seslere göre takip edersin... Maç mı seyrettim, hayır! Takımı desteklerdim ya, o bana yeterdi...





Bereket maçı açık kanal veriyordu ve biz de hızını arttırmaya başlayan yağmurdan korunmak için Cemre'nin vermiş olduğu naylon yağmurlukları giymiş, sırtımızı duvara yaslamış ara ara telefondan takip ediyorduk karşılaşmayı. Maça dair bu sebeple yazacak çok da bir şeyler yok, zira bazen görebiliyorduk, bazen de göremiyorduk yeşil zeminde oynanan oyunu ama Deniz'in kaçırdığı penaltı bizim kaleye doğru atıldı. Yağmurun rüzgarla birleştiği bir havada Panenka penaltısı atmak nereden aklına geldi bu çocuğun aklına bilinmez de o soğukta bizi fena güldürdü, içimiz ısındı bir nebze... Bu arada ilginçtir, penaltıya tribünlerden de tepki gelmedi, ne bir yuhlayan, ne bir ıslıklayan. Bu kadar kalabalık tribüne daha fazla destek beklerdim ama nedense herkes maç seyretmeye gelmiş gibiydi. Devre biterken Fenerbahçe'nin attığı golde bile klasik olarak ev sahibi tribünün suskunluğu yaşanmadı, zaten suskundu tribünler... Soğuk hava ve "bardaktan boşalırcasına" yağan yağmur maçın tadını ve tribün ortamını bozdu diye düşünürken, maçtan sonra stadyum karşısında leziz bir köfte ekmek yerken Cemre işin aslından bahsetti: "Bir çoğu öğrenci olan 39 Gençlik taraftarlarından bazıları pahalı olduğu için bilet alamamış, bazıları da tribüne giremediği için diğer arkadaşları da bu durumu protesto etmek için dışarı çıkmış..." Hal böyle olunca, içeride de maç boyu sık sık "Haruuuun", "Garrrrryyyyy" ve "Deniiiiiiiz" diye bağırıp futbolcuların kendilerine el sallamasını bekleyenler kalmış... Unutmadan yazayım, Fenerbahçe'nin transferi uğruna Comolli'yi gönderdiği Simon Falette tam bir bomba...




Rakamlarla aram hiç iyi değildir, yılları pek hatırlayamam da Galatasaray maçlarına giden takipçiler hatırlayacaktır, Yasin Sülün'ün maç sonu Galatasaray tribününe hareket çektiği maçta İnönü'de yağmur hakemin ilk düdüğü ile başlamış, devre arası dinlenmeye çekilmiş ve ikinci yarı tekrar kaldığı yerden sırılsıklam etmişti bizleri. Çarşamba günü Kırklareli'de de aynısı yaşandı, topçular soyunma odasına on beş dakikalığına dinlenmeye giderken duran yağmur, topçular son 45 dakika için sahaya çıkınca yine başladı mesaiye. Maçın tadı yoktu, tribünlerin sesi çıkmıyordu da iyi olan şey devre arasında satılan sucuk ekmekti... Onun hatırına yetmiş küsürüncü dakikaya kadar sabrettik de, sonrası "hadi Kırklar biz kaçar" oldu... Binbir emekle girdiğimiz maçtan, son düdük sesini duymadan çıksak da, stadyum duvarına bitişik yapılan kafede bir çok taraftarla maçı nihayete erdirdik. Daha önce hiç deneyimlemesem de endüstriyel futbolun tapınakları o büyük arenalarda tribünü bırakıp, locasındaki televizyondan maç izleyen bir elinde puro, ötekinde viski olan "abiler" gibi bitirdik maçı...


On üç sene evvel blog yazmaya başladığımda tek amacım seyretmiş olduğum maçlara dair izlenimlerimi "sanal kağıda" dökmek, ara sıra da tribün hikayelerimi bir arşiv olması için blog sayfalarına yazmaktı. Ama zamanla etkileşimler çok hızla yayıldı, okuyuculardan geri dönütler gelmeye başladı ve ben de tarayıcının adres satırına ultrasmovement.blogspot.com yazıp yeni bir yazı okumak için gelen "dostları" hayal kırıklığına uğratmamak için ısrarla yazdım da yazdım. Bugün bir çok blog kapanmışken, elimden geldiğince, vakit buldukça yazmamın nedeni de Kırklareli'li dostum Cemre gibi çarşamba gününe kadar birbirimizin yüzünü görmesek de blog sayesinde duygularımızı paylaştığımız nice dostların olması. Böyle zamanlarda iyi ki blog yazmışım diyorum, iyi ki de yazıyorum ve yazacağım...


Hiç yorum yok:

Blog Widget by LinkWithin