14 Eylül 2010 Salı

Türkiye Basketbolda Dünya İkincisi


Cumartesi akşamı alınan o müthiş Sırbistan galibiyeti sonrası bir nevi Avrupa Şampiyonu olmuş ve başarımızı kutlarken, bir an benim gibi tüm basketbol severler de düşünmüştür Final’in nasıl bir şey olduğunu. Özellikle Sırbistan maçı sonrası oluşan 2 gündem maddesinden biri olan referandum lanetini gölgede bırakacak bir rüyaya dalmak için yataklarımıza yattığımızda başta milli takım dahil neredeyse tüm Türkiye(daha doğrusu büyük çoğunluk) uyumakta zorlandı. Her ne kadar “Dream Team” yani rüya takım ile karşılaşmasak da, böyle çok önemli bir organizasyonda Amerika ile Final oynamak bizim rüyamızdı aslında. 2004’te olimpiyat takımı İstanbul’a geldiğinde ne kadar mutlu olmuştuk. 6 yıl sonra hazırlık maçından öte bir final oynamak “Dream olmasa da Cream Team” ile karşılaşmak bile bizi son derece mutlu etti. 8/8 galibiyet ve bir sürü başarı ile yürüdüğümüz final yolunda başarı birçoğumuz için “kaf dağı”nı aşmak olsa da, Durant’e rağmen yenebileceğimiz bir takım vardı karşımızda. Maça iyi başlamış olsak da bu insana benzeyen ama içine başka bir şey kaçmış Durant adlı oyuncuya önlem alamayacağımız ilk periyottan belli olmuştu. Gözünü “Durant bürüyen” bir oyuncumuz maalesef olamadı. Her ne kadar bahane gibi görünse de finalde oynanan kötü oyunun fatura hanesinde yazan bir nedendi yorgunluk. 20 saat sonra Amerika gibi aşırı atletik, bir o kadar hızlı ve kendilerine yapıştırılan “B takım” yaftasını silmek istercesine oynadıkları oyuna, ve ortaya koydukları mücadeleye, Durant gibi 22 yaşında yıldız olmayı başarmış bir oyuncunun performansı da eklenince yenilgi kaçınılmaz oldu. Durant halihazırda NBA’nın sayı kralı olarak geldi bu turnuvaya ve benim gibi NBA’yı yakından takip eden birçok kişi için bu performans aslında sürpriz değildi. Şimdi diyeceksiniz ki “Hani Amerika’yı yenebilecek tek takım bizdik.” Evet bizdik ve hala biziz. Hani futbolda da deriz ya “şu maç yarın oynansa farklı olurdu diye” Öyle bir görüntü bizim açımızdan, en azından maçın sonuna kadar kafa tutacak bir performans sergilememize neden olabilirdi. Olmadı. Maç sonunda çok üzgün bir takım görsek de salondaki seyircinin ve biz televizyon başındaki milyonlarca izleyicinin buluştuğu ortak nokta “Türkiye Sizinle Gurur Duyuyor” idi. Basketbolda yaşanan bu başarı sonrası ülkenin temel gündem maddelerinin bir anda değişmesi bile ne kadar farklı bir olay gerçekleştiğinin en büyük kanıtı. Doğacak torunlarımıza bile gururla anlatacağımız bir başarı söz konusu. Bu konuda emeği geçen herkese sonsuz teşekkürlerimi iletiyorum kendi adıma.

Benim gibi basketbol takip edip de bir nebze bir şeyler karalamaya çalışanların ortak noktasıdır başarı üzerine teknik eleştiri yapmamak. Şu şöyleydi, bu böyleydi demekten çok sessiz kalıp başarıyı ön plana çıkarmaya çalışırız. Ancak bu başarı sonrası aklıma birkaç nokta takılmıştı ki bugün itibari ile kabak tadı da vermeye başladı. Öncelikle Final öncesi devleti temsilen sayın başbakanın 1,5 milyon TL pirim verme sözü ve kaptanımız Hidayet’in başarılarımızdan sonra canlı yayında açıkladığı “maddi-manevi laylaylaya laaaa” sözleri gündemde bayağı bir yer işgal ediyor. Üstüne Şansal Büyüka’nın canlı yayında 4+1 daire sözünü de Ali Ağaoğlu’ndan alması ve üstüne yaşanan gelişmeler sonucunda bugün itibari ile çirkin bir boyuta ulaştı. Ben her zaman böyle açıklamaların her şey bittikten sonra açıklanması taraftarıyım. Bu konudaki en iyi örnek de 2000’de Uefa finaline yükselen Galatasaray takımına Faruk Süren’in final garantilendiği gibi konuşma yasağı koyması. O yasağın nedenini Uefa kupası belgeselinde sayın başkan “o gün biz şampiyon gibi ilan edildik. Oyunculara o yasağı koymasam daha şampiyon olmadan o havaya girebilirlerdi. Bu da finali kaybetmemize neden olurdu.”olarak açıklamıştı. Yaşanan gelişmeleri Sabri abi yine çok güzel yorumlayarak bir ileti paylaşmış. Ayrıntıları şurada. Benim bu konudaki yorumum şu şekilde: Şu bir gerçek ki Hidayet’in ve takımdaki oyuncuların para gibi bir derdi olamaz. En azından öyle düşünüyorum. Aldıkları para analarının ak sütü gibi helal ancak burada bir yanlış olduğunu ve ortaya çıkan görüntünün bir önce yetkililer ve oyuncular tarafından daha kötüye gitmeden doğrusunun anlatılması gerekiyor. Bu yanlışın ana sebebinin de az önce değindiğim bazı şeylerin açıklamasını sona bırakmama anlayışı yatıyor bana göre. Gazetelerde geçen Hidayet’in bir simitçiye gösterdiği cömertlik sonrası kendisinin de bir zamanlar o işi yapması haberinin tezadı olarak böyle bir tartışmanın içinde kalması şampiyonayı harika organize etsek de kendimizi organize edemediğimizin açık göstergesi. Bu durumun bir an önce açıklığa kavuşması benim şu an en büyük dileğim. Yoksa bu başarı gölgede kalcak!!!

Bizim için bu saatten sonra başarının tadını çıkarma zamanı. Her ne kadar oyuncularımız ilk etapta yenebilecekleri bir takımı yenememenin verdiği üzüntüyle sevinemese de Ender Aslan’ın dediği gibi “o metal parçasının değerini zamanla anlayacağız” hep birlikte. Bize kalan bu turnuvada öncelikle Dünya’ya bir kez daha “Türkiye bir organizasyonun altından nasıl başarı ile kalkar” dersini vermek oldu. Uefa heyeti böyle büyük bir organizasyon sonrası gösterdiğimiz başarının karşılığında FİBA genel sekreteri Patrick BAUMANN’ın “60 yıllık Dünya şampiyonası tarihinin en kaliteli ve başarılı organizasyonu oldu” açıklamasını duyunca Euro 2016’yı bize vermemekle utanmışlardır umarım. Gelmiş geçmiş en başarılı turnuvayı düzenlemek muazzam bir şey. 200 ülkeden 1 milyardan fazla izleyicinin izlemiş olmasının, uluslar arası boyuttaki reklam kapasitesi paha biçilemez seviyede. Herhalde milyar dolarlar versek bu kadar iyi reklam yapamazdık. Ayrıca izleyici sayısı bakımından albenisi fazla olan Japonya’da düzenlenen bir önceki dünya şampiyonasını ve 2009 Avrupa Basketbol şampiyonası verilerini de açık ara geçmiş bulunmaktayız. Çin’de sadece 65 milyon insan turnuvayı takip etmiş. Daha ne olsun. Sportif başarının ve organizasyon başarısının dışında Hidayet’in turnuvanın en iyi beşine seçilmesi, Milli takımımızın “en az sayı yiyen(593 sayı = 65,9 ortalama)ve en iyi üçlük yüzdesine sahip takım(87/203 isabet oranı ile %42,9) olması bizi çok sevindiren ve başarımızı taçlandıran unsurlar oldu. Oyuncu performansları ve teknik kadro konusuna hiç girmeyeyim. Ancak Tanjevic konusunda Yiğiter Uluğ’un Radikal gazetesi için kaleme aldığı şu yazıyı okumanızı tavsiye ederim. Bu saatten sonra geleceği düşünme zamanı. En önemli soru ise Litvanya, Sırbistan, Yunanistan, Arjantin gibi bir Dünya takımı mı olduk yoksa Dünya şampiyonası finalisti mi? Dünya takımı olma konusunda attığımız en önemli adım 2 turnuva ve bir de şampiyona elemesi süresince gösterdiğimiz ve her maç üzerine koyduğumuz bir savunma takımı özelliğimizin oluşu. Ayrıca 2001’deki gibi sadece evinde, seyircisi desteği önünde başarı gösteren bir takım olmaktan çok 2011’de yani önümüzdeki yıl Litvanya’da düzenlenecek Avrupa Basketbol Şampiyonası'nda kazın ayağının öyle olmadığını göstermeliyiz. Dünya takımı olmak için büyük adımlar attık. Artık onu gösterme zamanı. Devamını sağlamak için ve gençlere örnek olmak, basketbol sevgisini daha ötelere ulaştırmak için bundan daha iyi bir fırsat olamaz. Sokak da Alex, Arda sesleri yerine Hido, Kerem seseleri duymaya başlamamız bile yeterli bir örnek aslında. Bu başarıyı doğru pazarlayıp, alt yapıya doğru şekilde yansıttığımız zaman, Milli takımın reklam filmindeki ufaklıklara ağabeyleri gönüllerinin rahatlığıyla formalarını devredebileceklerdir. Eğer salonlar bu nebze doluyken 2 ay sonra 200 kişiye oynanan maçlar izlersek çok yazık olur gerçekten. Sonra nüfusu Bursa kadar olan Slovenya gibi ülkeleri yine finalde, başarılar içinde izleme misyonuna sahip oluruz. Bu konuda sponsorların da sadece reklam filmi çevirmeyip, arazileri basketbol sahasına çevirme gibi basit organizasyonlar içinde bulunmaları, okullardaki basketbol potalarının altının otopark olarak kullanılmaması, güreş hocalarının basketbol eğitimi içine girmemeleri de gerekiyor. Bunun gibi birçok örnek var. Ben yazmaktan yorulurum, sizler de okumaktan yorulursunuz. Benim şu andan itibaren tek dileğim böylesi büyük bir başarıyı el birliğiyle devam ettirmek. Böylesi bir başarıyı yaşamamızı sağlayan başta oyuncular olmak üzere emeği geçen herkese kendi adıma teşekkür ediyorum. Sürç-i lisan ettiysek affola…

Hiç yorum yok:

Blog Widget by LinkWithin