17 Ağustos 2019 Cumartesi

Liverpool 2 (5)-(4) 2 Chelsea


"Oyunu seyredenler ikiye bölünmüşler. Her biri kendi partisinin çocuklarını teşvik eder, düşman tarafa küfürü basar bir durumda.

Herkes istediğini söylüyor. Herkes dilediği gibi bağırıp çağırıyor. Ortalıkta bir söz, bir düşünce hürriyeti, alabildiğine…


Bu işin birçok tarafları hoşuma gitmedi, dersem yalan söylemiş olurum. Muayyen bir manada, demokrasiyi anlamak isteyenler Taksim Stadyumu’na gitsinler. Ben kendi payıma güzel ve berrak ve heyecanlı bir iki saat geçirdim, orada."

diye anlatıyor üstat Nazim Hikmet Taksim Stadında seyretmiş olduğu Galatasaray-Fenerbahçe maçını. Çarşamba günü Liverpool ve Chelsea arasında oynanacak UEFA Süper Kupa maçını seyretmek için evden çıkıp, Taksim'den Gümüşsuyu üzerinden İnönü Stadını geçerek Beşiktaş çarşı içine yürürken aklıma bu satırlar düşüverdi. Bir tarafta Liverpool şehrinin kırmızılıları, diğer tarafta Londra'nın mavilileri ve onlara eşlik eden başta Türkiye'den olmak üzere Bulgaristan, Romanya, Makedonya, Irak, Lübnan, Almanya gibi ülkelerden gelen futbolseverler elde alkollü-alkolsüz içkiler, dillerde tezahüratlar, yüzlerde gülücükler unutulmaz bir futbol festivalinin keyfini doyasıya çıkarıyorlardı.

Taksim ile başladım yolculuğuma, zira "Beyoğlu sadece Cim Bom Bomundur" diyen ve "İstanbul is red" (İstanbul Kırmızıdır) felsefesine sahip bizler için hem renklerinden hem de temsil ettikleri felsefeden dolayı kalbimizde yeri özel olan Liverpool'a "Welcome" demesek ayıp olmaz mıydı? İstiklal Caddesi boyunca daha sonra stadyumun içinde de şahit olacağım üzere 10 kırmızı formalıya iki mavili olacak şekilde dağılmıştı taraftar yoğunluğu. Galatasaray, Beşiktaş, Fenerbahçe, Göztepe, Kocaelispor, Karşıyaka formalı taraftarlar da yok değildi tabii hem sokakta hem de stadda. Galatasaraystore'un önünden geçerken de sanki herkese yerini ve haddini bildirmek istercesine sarı-kırmızılı taraftarlar buluşmuş "We are the best Galatasaray" tezahüratı yaparken, İngilizler onları videolamakla meşgüldüler. Tabii, İngilizler demişken, fırsatı kâra çevirmek isteyen "uyanıklar" da onları rahat bırakmıyordu, 10 liraya satılan maç günü hatıra atkıları "30 Törkiş lira" diye 11.M.Salah formalılara "itelemeye" çalışıyorlardı. Etrafı gözlemlerken esas mekan Nevizade'ye varmam da çok zaman almadı. Galatasaray'ın maç günleri sarı-kırmızıya bezenen mekanlar, kırmızı-beyaz renkler içindeydi ve You Will Never Walk Alone diye inliyordu. Bir bira söyle, otur ve adamların bu işten nasıl keyif aldıklarını seyret... Zaten barların çoğunda da o ortamı yaşamak için gelen memleket insanımız doluydu...



Liverpool'luları görmüşken, bir de Chelsea'lileri nasıl eğleniyordu, onlara da bakmak için "tabana kuvvet" indik Gümüşsuyu'ndan aşağıya... Aslında gözlemleme işine tersten başlayıp, maç saati yaklaşınca ultrAslan ile  Beşiktaş deplasmanlarında pek çok kez yaptığımız gibi bu kez de Liverpool'lularla kortej halinde Taksim'den aşağı inmek vardı diye iç geçirmedim değil. Trafiğe kapalı yollardan İnönü Stadına ulaşıp, selfie çeken değişik milleten futbolsever arasından sıyrılıp Beşiktaş çarşı içine vardım. Maç günleri Beşiktaş taraftarının toplanma noktası olan Kazan ve yanındaki alan oldukça boşken, çarşı içi bar ve meyhaneler tıklım tıklımdı ve Beşiktaş  ile Chelsea formalı taraftarlar birlikte "Chelseaaaa, Chelseaaa" diye tezahürat yapıyordu. Londralıların Beşiktaş'a konuşlandırma sebebi acaba Beşiktaş'ın Chelsea ile ilgili mutlu anları ve Liverpool ile ilgili de "unutmak isteyeceği" hatıralar olmasından mıdır diye düşünürken, baskın İstanbul sıcağında bir bira söylemenin vakti gelmişti. Eve misafirin geldiği günler çocukların en sevdiği anlardır, zira anne-babalar ortam keyifsizleşmesin diye normalde çocuklarına koydukları yasakları gevşetir ya, çarşamba günü de İstanbul sokaklarında öyle bir ortam var gibiydi, ellerinde bira şişeleri ile taraftarlar trafiğe kapalı caddelerde dolaşıyor, sokak ortasında oturup "geyik çeviriyordu". Bekçiler ve polislerin de yüzü gülüyordu çünkü maçı bekleyenler farklı takım taraftarı da olsa yan yana duruyor, omuz omuza tezahürat yapıyor, kimse kimseyi rahatsız etmiyordu. "Kadı kızında da o kadar kusur olur" misali bu "süküneti" bozan birkaç taraftar çarşı içine "Beşiktaş sen bizim herşeyimizin" diye bağırarak gelip, gözüne kestirdikleri üç sarı-lacivert formalı taraftarı Fenerbahçe'ye küfrederk oradan uzaklaştırdı ama Galatasaray formalı bir genç erkek ve kız bir taraftar "Avrupa fatihiymiş Galatasaray" tezahüratına elleriyle dört işareti yaparak cevap verip, mekanı terk etmiyordu. Kokoreç, midye, patates, bira, viski hiç olmadığı kadar fazla tüketilirken, maç saati yaklaştıkça da coşku kat sayısı zirve yapıyordu...

 



İnönü Stadına doğru tekrar geri döndüğümde kalabalık artmış, televizyon muhabirleri elde mikrofonlar röportaj yaparken, son bir ümit olarak "I need ticket" (Bilet lazım) yazılı kartonlarla dolaşan taraftarlar göze çarpıyordu. Milli amigo Birol da oradaydı, kızgındı, öfkeliydi, belki de şu finali neden iki Türk takımı oynamıyor diye hayıflanıyordur, bilinmez... Elimde kağıt bilet yoktu, mobil uygulama vardı ve telefonun da şarjı yarıya iniyordu, n'olur n'olmaz diye kapılar açılır açılmaz attım kendimi içeri. Belki de telefon bahaneydi, pasolig memleket stadlarına girdiğinden beri "ara vermiştik" tribün hayatına, polis araması, turnike geçip stadın çimlerine bakma özlemi sokuverdi beni daha saat 7de İnönü Stadının kale arkası tribünlerine. Eski stadı biliyordum ama yenisine ilk defa ayak basmıştım, biletim en tepede olmasına rağmen görüş açısı hiç de fena değildi. Türk Telekom Arena gibi soluk ve soğuk da gelmemişti, "eski tribün" ruhu hala yaşatılabilirdi. "Mecidiyeköy'den çıkmasaydık, Sami Yen yıkılmasaydı, biz de stadı ufak tefek tadilatla büyütseydik" düşüncesi bir hançer gibi yüreğimi kaza kaza oyarken, "seni yıkan dozerin" diye sinkafı ağzımdan kaçırıverdim.



Dedim ya pasoligten beri maçlara gitmiyorum, e-biletle birlikte tribünler nasıl, herkes kendi koltuğuna oturabiliyor mu bilmiyorum da söz konusu UEFA Süper Kupa maçı olunca sinema-tiyatro izler gibi herkes kendi yerini bulup, oraya çöküveriyordu. "Ben erken geldim, şurası sahaya daha yakın, buradan daha iyi gözüküyor" günleri geride kaldı galiba. Bilet başvurusu yaptığımda "Acaba Liverpool mu, Chelsea tarafımı çıkacak" diye merakım, maça bir kaç gün kala birden aklıma düşen "Ulan, bunlar bu biletleri dünyanın değişik ülkelerine sattılar, karışık oturtacaklar bizi "fikri ile cevabını bulmuştu. Futbol kitaplarından ve dergi makalelerinden okuduğumuz eskiden Galatasaray-Fenerbahçe maçlarında taraftarlar iç içe otururmuş hikayelerine benzer kırmızı-mavi formalılarla karışık dolmaya başlamıştı tribünler. "Olmaz ya, oldu varsayalım, biz Fener'le Londra'da Süper Kupa maçı oynasak böyle iç içe oturtmazdı polis, araya barikat çeker, her taraftarın gideceği yer belli olurdu" düşüncesi bu "ecnebilerle" hem saha içindeki oyunda hem de tribünde çok farklı olduğumuz acı gerçeğini de bir kenara yazalım yüzümüz kızararak...

Dakikalar ve saatlerin geçmesiyle tribünler dolmaya başlarken, pankartların azlığı dikkatimi çekti. İngilizlerin üst üste alta alta bez bayrak ve pankartla donattıkları tribünleri aklıma getiriyorum da, beklediğim manzarayı pek göremedim. Karşı kale arkasının köşesinde kulüpten bilet almış Chelsea'li taraftarlar orayı güzelce donatmışlardı ama onlarla aynı tribünde olduğum için Liverpool'luların ne kadar bayrak ve pankart astıklarını göremedim. Nazım Hikmet'in belirttiği gibi "ortalıkta bir söz ve düşünce hürriyeti" vardı, taraftarlar futbolcular sahaya ısınmaya çıktıklarında kendi "adamlarını" yüreklendirmek için bağırıyorlardı, özellikle Salah ve  en çok alkışı alan "şahsiyetler" olmuştu. Bir de maç başlamadan stat hoparlorlerinden çalan You Will Never Walk Alone bestesi ile kırmızılılar"orgazm" olurken, Chelsea marşı da sanki "ayıp olmasın" diye çalınmış gibiydi.





Kupa seremonisinde halk dansları topluluğunun gösterileri, TRT Çocuk Korusunun Ampute Genç Milli takımla birlikte Bob Marley'in Three Little Bird şarkısı ve takım kaptanlarının sahaya ellerinde kazandıkları kupalarla girmesi futbol ateşini daha da alevlendiren hareketlerdi.


Maça gelirsek, sezon öncesi hazırlık maçlarında pek varlık sergilemeyen iki takımdan Liverpool bu hafta başlayan Premier Lige rakibine 4 gol atarak müthiş bir başlangıç yaparken, Chelsea ise tam tersi Manchester United'tan 4 gol yiyerek merhaba demişti taraftarına. Norwich City karşısında sakatlanan kaleci Alisson oynasaydı Chelsea'nin Liverpool önünde şansı mucizelere kalmıştı ama şimdi kupa için biraz daha şansı var diyen Mehmet Demirkol gibi Liverpool'lu oyuncular dahil herkes kırmızılıların maçı domine edeceğini düşüne dursun, Lampard topçularını iyi motive etmişti bu dev maça. Oyun belki Kloop'un takımının baskısı ile başladı ama maçı ciddiye alan Chelsea başta Kante ve Pedro ile dakikalar ilerledikçe maçta dengeyi kurdu ve yakaladığı ataklarla, direkten dönen topla "gol atacağım" mesajı vermeye başladı da kırmızılıların uykudan uyanacak halleri yoktu. Onlar uyuyadursun savunmanın arkasına Pulusiç'in attığı topla buluşan Oliver Giroud, Adrian'a acımadı... Maç başladığından beri bizim tribünler gibi aralıksız bağırmak yerine ara ara ama etkili şekilde tezahürat yapan Liverpool taraftarı susarken, coşma sırası mavililerdeydi. Liverpool'lular neye uğradıklarını şaşırmış, sahada "boş beleş" dolaşırken, kalelerinde ikinci golü de görüverdiler... Milan'ın bir zamanlar Atatürk Olimpiyat Stadında Liverpool'a yaptığını şimdi Chelsea mi yapacaktı derken, kadın yan hakem ofsayt bayrağını kaldırıp, can simidi atıyordu Kloop'un öğrencilerine...

Hakem demişken UEFA tarihinde bir ilki yapıyor, böylesi önemli bir maça kadın hakem görevlendiriyordu, bizim Cüneyt'i de dördüncü hakem yapmışlardı ev sahibi ülke kontenjanından. Fena da yönetmedi Fransız Stephanie Frappart maçı, cesurca düdükler çaldı, avantajları oynattı, oyunu hiç kesmedi neredeyse. Yardımcıları da çok dikkatliydiler, Chelsea'nin gollerini ofsayt diye iptal ettirdiler ki televizyondan seyredenler kararların doğru olduğunu belirtiyordu. Bu arada UEFA Frappart'ı sahneye yeni çıkarıyordu da bizim kadın hakemimiz Lale Orta çok seneler öncesi erkek maçında sahaya çıkmıştı ama reklamı pek iyi yapılmadı...


İlk yarıda Chelsea'nin ne yaptığını bilen ve gittikçe cesaretlenen oyunu sonrası attığı gol dışında bir de sahaya giren bir taraftar akıllarda kalmıştı. Bu tür finallerde maç oynanırken "davetsiz misafirlerin" oyuna dahil olduğunu görmeye alıştık ama yurt dışında bu iş genellikle ulusal ya da küresel bir olayın protesto çığlığı olarak yapılırken, bizde ise sahaya girenin bir youtuber oluğunu öğrendim maçtan sonra. Geçtiğimiz günlerde ağırlaştırılarak meclisten geçen Futbolda Şiddetin Önlenmesine Dair 6222 Sayılı Kanuna göre bakalım bu "eleman"la ilgili nasıl bir işlem yapılacak ama şimdiden futbolseverler kendisine tepki gösterip can evinden vurmuşlar: takipçilerinin takibi bıraktığını görmek bir youtuberın en büyük kabusudur ve o sahaya girme eylemi bu youtuber için "dimyata bulgura giderken, evdeki pirinçten olmak" eylemine dönüşmüş oldu... (Yazıyı yazarken ilginç bir tweet düştü önüme: Maçtan sonraya sevdiği futbolcunun formasını almak için sahaya giren bir futbolsever yakalanıp, spor polisine teslim edilmiş ve kendisine Liverpool'un oymayacağı tüm maçlarda karakola gelip, imza atması cezası uygulanmış. Premier Lig, Carlig Cup, FA Cup, Şampiyonlar Ligi maçları, say say bitmez, bu olay gerçekse bu arkadaşın işi zor.)


Sanki devre arasında Kloop soyunma odasını terketmiş de Fatih Terim takımı motive etmişçesine başladı oyuna Liverpool, arzulu, istekli, hırslı ve ilk yarıda sergilediği "uyuşuk" ruh halinden sıyrılmış gibi. Beraberlik golünü de Mane ile erken buldu ve rahatladı... İstediği oyunu da oynamaya başladı, özellikle Firminio'nun maça dahil olması alışık olduğu düzene sokmuştu kırmızılıları, ceza sahası önünde toplara istasyon yapan oyuncu olunca, Salah olsun, Mane olsun çok daha rahat kaleciyle karşı karşıya kalıyorlardı da maçı koparacak gol bir türlü gelmiyordu. Son on dakikaya girilirken, önce Salah'ın, sonra da Virgil'in topunu çıkaran kaleci Kepa maçı yeni güne sarkıtıyordu. Süper Kupanın sahibi uzatmalar sonrası belirlenecekti...

Uzatma dakikalarında iki takım da kontrollü bir oyunu tercih edince, maçta tempo düşmeye başladı. İşte o anlarda stadyumun sahibi Beşiktaş'lı taraftarlar "Beşiktaşım oleyyyy" tezahüratına başlamasın mı. İlginçtir tezahüratların en yoğun yapıldığı yer camların ve demirlerin kaldırılmış olduğu deplasman tribünü tarafıydı, hani Beşiktaşlıların Galatasaray, Fenerbahçe, Bursaspor, Trabzonspor taraftarlarınca seslerinin bastırıldığı bölüm. Düşünmeden edemedim, bu stadın akustiğinin en iyi bölgesi orası mı acaba? Hazır camlar-demirler-teller kaldırılmışken, Beşiktaş'ın "kafa tayfası" o bölgeyi kendine mesken edinse hiç fena olmayacak, iyi ses çıkıyor oradan... Tabii, kaderin cilvesi Beşiktaşlılar kendi gösterisini yaparken Mane ikinci golü atıyor ve onları susturuyordu. O ara çaprazımızda Beşiktaş formalı bir taraftar ile Liverpool atkılı gencin arasında bir itişme ve kavga başladı... Sebebi 8-0lık maç husumeti olabilir mi? Bilemedim...


Liverpool artık buradan maçı bırakmaz derken, hiç olmayacak bir pozisyonda Alisson'un yerine bu maçta kaleyi koruyan Liverpool'un İspanyol kalecisi Adrian Chelsea'ye bir penaltı ikram etti ve mavililer de bu jesti golle sonuçlandırdı. Buraya kadar gelen Süper Kupa maçı penaltılara gitmeseydi olmazdı, ikinci uzatmada özellikle Lampard'ın takımının gol girişimleri başarısız olunca iş penaltılara kaldı.


Geçtiğimiz sezon Manchester City'e karşı oynanan Lig Kupası finalinde Chelsea'nin eski hocası Sarri, penaltılar öncesi kaleci Kepa'yı değiştirmek istemiş ama İspanyol kaleci oyundan çıkmayı reddetmiş ve penaltı atışlarında kalesini korumuştu. Tabii, o maçı kaybetmişti mavililer... Bakalım kendisine bu kadar güvenen Kepa, 11 metre atışlarında takımına Süper Kupayı getirebilecek miydi? Yoksa futbolun ilahları maçın buraya gelmesine neden olan Adrian'ı mı göklere çıkaracaklardı? Origi ve Aleksander-Arnold'ın penaltı atışlarında Kepa az kalsın "Sarri, görüyor musun beni,ben penaltı kalecisiyim" diye övünecek kurtarışlar yapacaktı ama şans kırmızılıların yanındaydı. Öte taraftan Lampard son penaltıyı genç oyuncu Abraham'a vererek belki de maçtaki tek hatasını yapıyordu. Tammy Abraham son atış için topu eline aldığında Liverpool taraftarı sanki olacakları sezmiş gibi birden tezahürata başladı, uğultu ve yuhlamalar arasında topu beyaz noktaya koyan Abraham'ın aklından kim bilir neler geçmiştir, ileride belki otobiyografisinde bunları anlatacaktır da görünen o ki kalecinin sağ ya da sola yatacağını düşünüp, "garanti" olsun diye tam ortaya vurmayı planlamıştı, öyle de yaptı Abraham ama Adrian ondan tecrübeliydi, bir saniye geç yattı ve ayakları kalenin ortasında kalınca, topun çizgiyi geçmesine müsaade etmedi...



Adına yakışır şekilde "son damlasına" kadar oynanan finalde Liverpool gülerken, Chelsea ise "hak ettiği" maçı kaybetmenin üzüntüsünü yaşıyordu. Maç sonu stadı terk ederken gözüme polisin arama noktasındaki tellere asılı duran ülke bayrakları dikkatimi çekti. Maça bayrak sokmak yasak mıydı ki? Fotoğraf makinesi yasak olduğu için makineyi evde bırakıp maça gelince, bu yazının fotoğrafları da ajanslardan olmuş oldu bu arada, kusura kalmayın...

Nazım usta ile başladık, yine onundan alıntı ile bitirelim... İki İngiliz takımının kapışmasında kırmızılılar kazandı, mavililer üzüldü ama herkes kendi payına " güzel ve berrak ve heyecanlı bir iki saat geçirdi, orada."




Not:"Fotoğrafların bir kısmını GazeteDuvar yazarı Volkan Ağır'ın twitter hesabından alıp kullandım. https://twitter.com/volkan_agir "

Hiç yorum yok:

Blog Widget by LinkWithin