27 Haziran 2007 Çarşamba

Unutulmaz...


"Futbol basit bir oyun değildir" demişti Lineker'e bir söyleşi sırasında...Bu zor oyunu basite indirgeyip, öğretmişti "oynamasını" bizim çocuklara üstad...Karanlık günlerden, aydınlık geleceğe taşımıştı Galatasaray'ın ona inanmışlar ordusunu...ve sadece üç beş kupa değildi ardında bırakan, bir yeni nesil bırakmıştı Avrupa'yı titreten, ülkesine Danimarka'dan kupa getiren bir yeni nesil...
Şimdi, çok uzaklarda, dönülmez diyarlardasın Derwall...ve 26 Haziran günü her sarı kırmızılı kalpte ince bir sızı bırakarak uzaklaştın aramızdan...Mekanın cennet olsun...

25 Haziran 2007 Pazartesi

Hagi, Steaua Bükreş'te

Galatasaray forması altında büyük başarılara imza atan dünyaca ünlü efsanevi futbolcu George Hagi, Steau Bükreş'in teknik direktörü oldu.Takımın eski teknik direktörü Cosmin Olaroiu'nun, Suudi Arabistan'ın Al Hilal takımıyla anlaşması üzerine Steaua Bükreş kulübü Gheorghe Hagi ile anlaşma imzaladı.Henüz sezon bitmeden Olaroiu ile 3 yıl daha anlaştığını duyuran Setaua Bükreş'in patronu Gigi Becali, Olaroiu'nun yıllık 1 milyon 600 bin dolara Al Hilal'e gitmek istemesi üzerine Hagi ile görüşmek üzere dün Köstence'ye gitti. Hagi ile burada gerçekleştirdiği görüşmede her türlü konuda anlaşan Becali "Sezonun bombasını biz patlattık diyerek" Hagi ile buluştuğu otelden ayrıldı. Muhabirlerin sorularına kısa cevaplar veren Hagi ise "Benim için sürpriz oldu. Steaua için her şeyi yapmaya hazırım." dedi. Süresi ve rakamı belirtilmeyen sözleşmenin bugün resmen imzalanması bekleniyor. Hagi, imzanın ardından yeni takımıyla birlikte Kaprun kampı için Avusturya'ya gidecek.Bir buçuk yıldır Steaua Bükreş'i çalıştıran Cosmin Olaroiu, 55 maçta 32 galibiyet, 14 beraberlik, 9 mağlubiyetle iyi bir grafik çizmişti. Steaua'da iki şampiyonluk yaşayan Olaroiu, takımıyla UEFA yarı finaline ulaşmıştı. Hagi ise, Türkiye'den döndükten sonra Poli Timişoara takımını 5 ay gibi kısa bir süre çalıştırmış, ardından 1 yıldan fazla süren sessizliğe bürünmüştü.(CHA)

Yolun ve bahtın açık olsun...Tüm başarılar seninle olsun...Unutma, hala bu ülkenin bir çok yerinde kalbi senin için çarpan bir çok sevdalı var...Futbolu en iyi bilenlere! senin Steaua'da yapacakların "tokat" gibi gelecek...Haydi Commandante, Haydi Commandante, Haydi...Tam zamanı, Tam zamanı şimdi....

"Kadıköy’deki UEFA Kupası’nı kaldıracağız..." Dedi Haldun abi...

Haldun Üstünel: Kadıköy’deki UEFA Kupası’nı kaldıracağız... / DHA 25 Haziran 2007

Galatasaray Kulübü Futbol Şubesi Sorumlusu Haldun Üstünel, son 10 gün içinde peş peşe gerçekleşen transferlerin 8 aylık planlı bir çalışmanın ürünü olduğunu söyledi. Yaptıkları transferlerle Galatasaray’ın durgunluk dönemine son vereceklerini iddia eden Üstünel, "Yeni bir takım kuruyoruz. Amacımız 2009 yılında Kadıköy’de UEFA Kupası’nı kazanmak ya da Şampiyonlar Ligi’nde en az yarı final oynamak. 2009 UEFA Kupası finali Kadıköy’de oynanacak. Kadıköy’de kupa kaldırmak taraftarımıza verilebilecek en büyük armağan olacak" dedi.

Basın Yalan Yazıyor...Şampiyon Olmayınca #19

Basın Yalan Yazıyor...Şampiyon Olmayınca #18

22 Haziran 2007 Cuma

Lincoln Geldi, Herkes Rahatladı

Ne çok beklendi...Ne heyecan yaşattı...İmzaladı, geldi, gelecek, dendi, Cuma dendi, olmadı, Pazar dendi, gelmedi, bekledik...İnternet sitelerinde nöbetler tuttuk, spor haberlerini kaçırmadık televizyon kanallarında...Hep geldi gelecek, başka transferler geldi beklemediğimiz ağzımızı tatlandırmak için ama Lincoln gelmedi...Bir de Zenit dediler, istiyor dediler...Hoop, bu nereden çıktı dedik, Halil Özer yapmıştı haberi küfrettik, fenerli Halil'e...Ve bir gece, dün gece, imza haberi düştü internete..Telefonlar susmadı, herkes müjdeyi yaydı bir yandan bir yana..Hadi bakalım Lincoln..Aslan oldun artık...Hoşgeldin ülkemize..Hoşgeldin Galatasaray'a...

19 Haziran 2007 Salı

u/M Fanzinler Dağıtılıyor


ultras Movement fanzinler dagıtılıyor yavaş yavaş ...
ultrasmovement@gmail.com adresine mail atıp, kaç adet istediğini belirten arkadaşlara en kısa sürede ulaştırılmakta fanzinlerimiz..
Girmiş olduğumuz kampanya da son süratle devam etmektedir..İnanıyorum ki bu çocuklarımız Anıtkabir'i göreceklerdir..

17 Haziran 2007 Pazar

Başka türlü bir tribün, başka türlü bir futbol: LİVORNO CALCIO


Livorno, Toscana bölgesini Pisa ve Grosetto şehirleri ile birlikte Akdeniz’e bağlayan, Batı İtalya’nın liman kentlerinden birisi. Bu coğrafi tanımın yanı sıra kent, İtalyan işçi sınıfı tarihinde saygın bir yere sahip. Palmiro Togliatti, Toscana işçilerinin grevlerini ve yenilgiye uğramasına rağmen anti-faşist direnişlerini, 1922’de yayımladığı “Faşizm üzerine dersler”de saygı ile anmaktadır.
Yakın zamana kadar, özellikle ülkemizde, bölgenin ve şehrin ilerici tarihsel geleneği üzerine pek fazla bir bilgiye sahip değildik. Ne zamana kadar? 12 Aralık 2005’de oynanan ilginç bir futbol karşılaşmasına kadar. O gün, bir çoğumuzun İtalyan 1. futbol ligi Serie A’daki varlığından bile habersiz olduğu Livorno takımı ile, ırkçı-faşist taraftar topluluğuyla ünlü başkentin Lazio takımı futbolun yeşil çimlerinde karşı karşıya geldi. Sahadaki savaşı skor olarak Livorno kazandı. Ama tribünlerde de savaş vardı; Livorno taraftarları zaferi Lazio’nun faşistlerinin kafasında meşaleler yakarak kutladı!... Bir anda bütün Avrupa tribünlerinin ve anti-faşistlerinin gözleri, bu mütevazi liman kentine, futbol takımına ve taraftarına çevrildi; kimdi bu yürekleri kızıl, gözleri kara insanlar?
Ondan sonra, internet ve matbuu basın üzerinden Livorno şehrinin ve insanlarının hayranlık uyandıran geçmişi açığa çıktı. Ve öğrenildi ki, İtalyan Komünist Partisi 1921’de bu şehirde kurulmuş. Futbol takımının taraftar lokalinin ismi de tesadüfi (!) olarak 1921’dir. Öğrenildi ki, bu tribünlerde Stalin’in doğum gününü kutlayan pankartlar açmak, sosyalizmin ve anti-faşist savaşın anısını canlı tutmak sıradan bir görev haline gelmiş. Öğrenildi ki, şehrin futbol takımı 2004 yılında, 55 yıl aradan sonra yeniden 1. lige çıktığında, taraftarın kutlama etkinlikleri içinde neo-faşist partinin şehirdeki lokalini yakmak da varmış. Öğrenildi ki bu tribünler, geçen sene Nasıriye’de ölen 34 İtalyan askeri için saygı duruşu yapmayı reddetmiş. Bütün İtalyan stadyumlarında o saatte saygı duruşu yapılırken, Livorno’nun maçlarını yaptığı Armando Picchi Stadı o gün, “Nasıriye, Nasıriye” tezahüratları ile çınlamış. Bu çılgınca görünen, ama komünizmin nasıl her türlü milliyetçi önyargıyı reddederek mazlumdan ve haklıdan yana bir ahlaka sahip olduğunu hatırlatan duruşun, İtalya’da onlara ne kadar düşman bir cephe yarattığını tahmin etmek zor değil. Ama şu ana kadar görüldü ki, Livorno şehri ve tribün müdavimleri, onlara sadece onur verecek bu düşmanlığı önemsemiyorlar. Nitekim geçtiğimiz aylarda UEFA Kupası’nda İsrail’in Maccabi Hayfa takımı ile oynadıkları maçta da, siyonizmin Filistin topraklarındaki katliamlarına tepki olarak stad, Filistin bayrakları ve Filistin’e destek pankartları ile donatılmıştı.
Livorno takımının ve şehrinin artık kendisi kadar ünlü bir taraftar grubu var: Brigate Autonome Livornesi (BAL)/Livorno Otonom Tugayları. Ve onların öcülüğünde her Pazar Livorno tribünleri orak çekiçli bayraklarla, kapitalistlere ve onların faşist uşaklarına meydan okuyan pankartlarla süsleniyor. Ancak, Avrupa tribünlerinin komünist ve anti-faşist gençlerinin dikkatini, hayranlığını ve tezahüratlarını kazanan bu grubun başının, bu ünle birlikte derde girdiği anlaşılıyor. İtalyan burjuvazisi bu duruma daha fazla tahammül edemedi; 500 taraftarına stada giriş yasağı getirilmesi yetmezmiş gibi, yakın zamanda da provokasyonlarla bazı taraftarları tutuklandı. Bu nedenle grup kendini, söylemde de olsa feshetmiş görünüyor. Tribünlerdeki bu anti-faşist hava, saha içinde de karşılıksız değil. Artık uluslararası anlamda da birçok taraftarın sevgilisi, bir liman işçisinin oğlu olan takım kaptanı Cristiano Lucarelli, aslında çok daha önceleri dikkatleri çekmişti; 21 yaş altı milli takımının maçında, attığı gol sonrası formasını çıkarıp altındaki Che Guavera tişörtünü gösterdiği ve bu nedenle milli takımdan uzaklaştırıldığı zaman… Şimdilerde ise, Livorno forması altında attığı gollerden sonra sıktığı yumruğuyla tribünlere koştuğunda, artık onbinlerce demekten çekinmeyeceğimiz hayran kitlesi onunla daha da bir coşuyor. Futbol spikerlerinin deyimiyle, “İtalyan futbolunun geç keşfettiği” 32 yaşındaki futbolcu, aynı zamanda futbol sahalarında az sayıdaki devrimci-sosyalist sporcunun da sembol ismi durumunda…
Aslında futbol ile devrimci bir güç gösterisi yapan, daha doğrusu ona politik bir içerik kazandıran tek tribün Livorno değil. İtalya’da tribün ile politik tutum her zaman daha açık bir ilişki içinde olmuş. 1999 yılında faşist tribünler Ultras İtalya adı altında birleşirken, 2001 yılında anti-faşist tribünler de “Fronte di Resistenza Ultras” adı altında kendi birliklerini kurmuşlar. Bu birlik içinde en öne çıkan isim Livorno; fakat Livorno dışında Empoli, Ternana, Ancona, Perugia, Genoa şehirlerinin tribünleri de ezici bir anti-faşist ve devrimci-sosyalist kitleye sahip. Resistenza Ultras, yayınladığı bildiride “günlük yaşantımızın her kesitinde milliyetçilik adı altında yapılan ırkçı ve faşist söylemlere karşı olarak tek düşünce tarzımız, her pazar düşmana aynı mesajı ve kronik düşünceyi göndermektir: İtalyan faşistleri asla özgür olamazlar!” diyerek, Avrupa gençliği içinde yeniden hortlayan neonazizme karşı militan duruşlarını tanımlamaktadır.
Ve Türkiye: Forzalivorno kaynaşması
Livorno ismi artık, futbol dünyasından da taşarak gençliğin devrimci politik sembollerinden biri haline geldi ve uluslararası bir üne sahip. Ve böyle bir duruşun ve kararlılığın, futbolun günlük hayatta çok önemli bir yer tuttuğu ülkemizde de yankı bulması kaçınılmazdı. Nitekim, Türkiye’de de çeşitli tribünlerden anti-faşist devrimci-demokrat taraftar ve gençlik kitlesi Livorno ismi etrafında birleşerek, son yıllarda tribünlerde estirilen şoven-faşist rüzgara karşı gençliğin mücadele gücünün tribünlerde de varolduğunu göstermeye giriştiler. Yaklaşık bir yıldır bu çabanın ürünü olarak yaratılmış bir forumda; www.forzalivorno.org sitesinde Türkiye’de anti-faşist bir futbol bilincini örmeye çalışıyorlar. Daha şimdiden Türkiye’nin birçok kentinde ve tribünlerinde futbolun bu yeni anlayışını destekleyen taraftar grupları belirmiş durumda.
Livorno ismi, asıl olarak hayatın her alanında var olan sınıf çatışmasının, emek ile sermayenin, faşist terör ile özgürlük ve demokrasi bilincinin arasındaki savaşın tribündeki yansıması olmakla birlikte, diğer yönüyle de daha dar bir alanda, gençliğin ve kitlelerin futbol aşkını mafya rantına ve paraya dönüştürmeye çalışan kapitalizmin futbol içindeki ayağı endüstriyel futbol salgınına karşı direnişin bir sembolü durumunda. Bu minvalde kaptan Lucarelli de, paranın her şeyi satın alabileceği iddiasına karşı, kentine ve kentin emekçilerine, o kenti simgeleyen formaya bağlılığın parayı alt edebileceğini göstermekte….
Kısacası Livorno, bir yandan tribünlerin karşı-devrime ve gericiliğe karşı sosyalist içerikli bir güç gösterisi yapılacağı alan olarak, diğer yandan futbolun gençliğe ve emekçi sınıflara ait olduğu ve her şey gibi futbolun da paranın egemenliğine terk edilemeyeceği inancının hayranlık uyandıran bir anıtı olarak Batı İtalya’dan meydan okumaya devam ediyor. Ve bizler, bugüne kadar tıpkı din gibi bir kitle uyutma aracı olarak görülen ve gericiliğin propaganda ve örgütlenme inisiyatifine terkedilmiş futbol yorumuna karşı, hem tribünlere gelen yığınları sınıf savaşında açıktan taraf olmaya çağıran, hem de bir kitle eğlence aracı olarak futbolun rantlaşmasına ve mafyalaşmasına karşı çıkmayı örgütleyen bu yeni tribün hareketini selamlıyoruz…

Cem TAYLAN

Basın Yalan Yazıyor...Şampiyon Olmayınca #15

Basın Yalan Yazıyor...Şampiyon Olmayınca #14

16 Haziran 2007 Cumartesi

15 Haziran 2007 Cuma

Bu Ne Abi Ya...

"Kocam, Fenerbahçeye takım kuracağım diye tutturdu" diyor, spiker de soruyor Yılmaz'a "Sen kendini açık tribünde mi zannediyorsun"...Yılmaz kızıyor ve diyor: "Kaç çocuk yapacağımı sana mı soracam yaaaaa!!!"

"Yatak çarşafımız bile sarı lacivert abi" demiş..soralım bakalım fenerium malı mı, pazar malı mı...?

"Senin Fenerbahçe aşkın yüzünden ben 40 kilo kaldım"...Bas bas paraları Leylaya, sonra da Fener aşkı deyip, kandır hanımı...

Transferde sıkıntı çeken Aziz Yıldırım, bakın nasıl bir yola başvurmuş: "Rüyaya girip, Taraftarından erkek çocuk istemiş"...

Aziz Yıldırım, rüyalarda buluşuyor ve bakın ne diyor: "Canım...Canım...Canım..."
Kızlarına Fenerbahçeli futbolcuların adını koymuş, spiker de diyor ki: " Bu çocuklar büyüp okula gidince ne olacak?" "İyi olacak abi."diyor fanatik koca...
Az Yıldırım sevsin seni..."Rüyasında Aziz Yıldırım'ı görmüş ve Aziz Başkan kendisinden'erkek çocuk' istemiş...

Basın Yalan Yazıyor...Şampiyon Olmayınca #12

Basın Yalan Yazıyor...Şampiyon Olmayınca #11

14 Haziran 2007 Perşembe

11 Haziran 2007 Pazartesi

Güzel Oyuna Dair #2

Dön Bak Maziye...Neler Oldu Aslında...

Gücümüzün Kaynağı...


Yağmurlarda, Çamurlarda...

Garrincha...


1953 yılında, Brezilya Botafogo Takımı'nın sol beki Nilton Santos, kendisine hiç bitmeyecekmiş gibi gelen ve sürüm sürüm yerlerde süründüğü bir antrenman maçı sonrasında yöneticilere koşar, "Bu topal canavarı hemen takıma alın, bir daha sakın karşıma rakip çıkarmayın, yoksa halimiz harap!" der. Henüz yirmi yaşındaki topalın adı Manuel Francisco Dos Santos'tur ve saka kuşu demek olan 'Garrincha' lakabıyla anılacak, Santos'la birlikte 13 yıl top koşturacak, Brezilya'ya iki dünya şampiyonluğu kazandırdıktan sonra, futbol tarihine bütün zamanların 'Selaçao'su diye yazılacak ve bu unvanı yalnız Pele ile paylaşacaktır. Garrincha, resmen topaldır. Sağ dizi içeriye, sol dizi dışarıya dönük olup, ölçümlere göre sol bacağı diğerine göre tam altı santim daha kısadır ve gözlerinde de belirgin bir şaşılık vardır. Ancak Garrincha, o bacaklarla kimsenin koşamadığı gibi koşmakta, üstelik ne yana koşacağı anlaşılamamakta; aldığı topu sanki çarpık bacaklarında mıknatıs varmış gibi bırakmamakta ve onun ne yana vuracağını kestirmeye çalışan rakip futbolcular, şaşılığı dolayısıyla nereyi şavulladığını bir türlü görememektedirler. Yalnız fiziksel değil, ruhsal anlamda da gariptir Garrincha. Okumaz ve yazmaz, takım toplanıp taktik saptanırken, kendisinden dışarıya çıkıp ping pong oynaması istenir, çünkü hiçbir taktiğe uymak alışkanlığı yoktur; futbolu aklına estiği gibi, içgüdüleriyle oynamaktadır. 1958 Dünya Kupası'nın ilk iki maçında, Brezilya oynatmaz Garrincha'yı. Psikoteknik testleri geçememiştir ve 'dengesizliğine' güvenilmemektedir. Canavar saka, adını tarihe SSCB'ye karşı oynanan maçta yazar. Rus sol beki Boris Kuznetzov ve kaleci Lev Yaşin için karabasana dönüşen karşılaşmada, 'bilimsel' Sovyet futbolunu darmadağın eder Garrincha. 2-0 kazanılan maçtan sonra, İsveç'e atılan 5 golle Brezilya dünya şampiyonu ve çarpık bacaklı melek, yeryüzündeki tüm sol beklerin korkulu düşüdür. 1962 yılında, Pele sakatlanınca geminin dümenini ele alan ve iyice azan Garrincha, artık sol beklikle yetinmez ve tüm sahaya yayar egemenliğini. Çekoslovakya'ya karşı kazanılan 3-1'lik dünya şampiyonluğu sonrasında, tüm Brezilya, Manuel'in kısaltılmışı olan 'Mane' temposuyla dans etmektedir.Ancak Garrincha'nın özel yaşamı da bacakları gibi çarpıktır. Hamile bıraktığı için on dokuz yaşında evlenmek zorunda kaldığı Nair adlı karısından yedi kızı vardır ve bir gecekonduda yaşatmaktadır ailesini. Okumaz ve yazmaz olduğu için, kontratlarını zar zor imzalar ve sayıları bilmediğinden 'ücret' hanesini boş bırakır. En önemlisi, alkoliktir. Hep değerinin altında kazandığı parasını har vurup harman savururken, ülkenin ünlü şarkıcısı Elza Soares'e âşık olur. Elza da tutulmuştur çarpık bacaklı küçük sakasına. Tam 15 yıl sürer beraberlikleri, ama Elza'nın tüm uğraşları Garrincha'yı alkolden koparamaz.1966 Dünya Kupası'nda, sağ dizindeki menüsküsler alınan büyük oyuncu, yerlerde sürünmektedir. Kasap antrenörler, kortizon vuruşlarıyla oynatmaktadır hasta sakayı. Elza'nın kendisini terk etmesinden sonra, içki parası için kasaba takımlarına düşer. Ve 1982 yılının Noel gecesi, 49 yaşında, bir Rio sanatoryumunda kortizon ve alkolden harap gövdesi son soluğunu verirken, bir zamanlar yeşil çim sirklerinin neşesi olan bu acıklı palyaço, tek başınadır. Ancak Garrincha'nın yaşam öyküsü, Ruy Castro'nun yazdığı 'Yalnız Yıldız' kitabıyla ölümsüzleşmiştir.
Mine Kırıkkanat (Radikal)

10 Haziran 2007 Pazar

Ulan Gaassaray!

Biz öööle kendi hayatımızı efendi gibi yaşamaya çalışırken...ne biliyim...sağa sola salça olmadan... Belki en büyük keyfimiz...güneşin Allahına kadar vurduğu altın sarısı biramızı yudumlarken... Birbirimize aşk acılarımızı, ''pardon! gözüme toz kaçtı!'' hissiyatı içinde fısıldarken... Bacağımıza sürünüp duran bir KEDIYI okşarken, ''Ooluum bu KEDI hayvanı var ya, tekamül zincirinin en son halkası lan...BUDA'dan bile daha bilge lan bu hayvan!'' şeklinde naif muhabbetlerimizi yaparken... Kanımızı dökerek kurduğumuz ayyaş Cumhuriyetin en aşşağılık başkentleri Aksaray meyhanelerinde...ileri karakolları olan parklarda...gökte sadece sahici bi dolunay...elimizde güsel Marmara...şehirin götünde pireler uçuşurken ve biz terkedilen bir sevgili nasıl üşürse...işte ööle üşürken...ve daha onyedi...onyedi...on yedi...iken aşk konuşulur di mi...hayır...biz senin adını fısıldıyorduk Galatasaray...bunu hiç bilmeyeceksin! Gecenin cükünde...her Türkgh babası gibi ayyaş bi babanın sızmasını bekledikten sonra...yine boynumuzda sarı-kırmızı kaşkollar...yine aynı dolunayın altında buluşup...bağrında gecelemek için sana koşarken...içtiğimiz o güsel Marmaranın bile adın kadar içimizi ısıtamadığını hiç bilmeyeceksin Galatasaray! 1980'ler...sokağa çıkma yasakları...daha on yedi... on yedi...on yedi...bile diilken...geceleri...boynumuzda sarı kırmızı kaşkollar...elimizde sarı kırmızı pankartlar...bir militan gibi toplum polislerinden kaçarken... ve bütü yaşıtlarımız...geceleri...gayrımeşru bu şehrin gayrımeşru duvarlarına kahrolsun faşizm yazarken...biz geceleri aynı duvarlara...en büyük CIMBOM yazdık...ve bütün yaşıtlarımız...gündüzleri mütemadiyen fEbE iken...biz aleme inat seni sevdik... komik olan şuydu...tarihinin en zavallı dönemiymiş meğer...hiç şampiyon olamazdın o zamanlar...biz de zaten farkında diildik...hep güsel Marmaraydık çünki... daha on yedi...on yedi...on yedi...bile diildik...neden GAASSARAY? diyenlere... Because, GÜSEL MARMARAYLA GÜSEL GİDİYOR! derdik... ki...bunu hiç bilmezsin... Daha onyedi... onyedi...onyedi...bile diildim diyom...alooooooo? Ulan Gaassaray! söyleyecek o kadar çok şeyim var ki sana! Ulan! anlatacak o kadar çok hikayem varki Gasassaray! anam avradım olsun hiç bilemeyeceksin! Bu kediler var ya...çok enteresan hayvanlar abi...
(TribünDergi, Fergurel...)

Sen de Git..Dönme Geriye...

Git...Nolur git..Arkana bakmadan terkeyle buraları..Bir daha asla geri dönme...Hatta hatırlama bizleri, burada yaşadıklarını...Değmez düşünmeye geride kalanları...Biz sana hakettiğin değeri ve saygıyı veremedik...Sevemedi seni bu ülke, bu takım...Soğuktun sen bize göre...Çıkmadın magazinlere, televolelere...Barlara gitmedin mankenlerle,yırtmadın rakibin bayrağını flamasını...İşini yaptın sen Sasa, topunu oynadın sadece...Gol attın, attırdın...Pas verdin, pas kaptırdın...Koştun, koşmadın...Koştun bazen, bazen de düştün...Sakatlandın, ya da çıktın sahaya oynadın...İyi oynadın, kötü oynadın, ama formanı ıslattın hep...Bir de sevdin bu takımı, bu taraftarı...Ama biz sevemedik seni en "harbisinden", "delikanlısından"..."Sasa İliç oleeeeeeyyyy" diye az bağırmadık, orgazm olmuş halimizle taşırken bizi tarihin en unutulmaz şampiyonluğuna, ama arkanda duramadık sana edilen "hain" sözlerinin ardından...Hep birileri bu takımı sahiplenme hakkına sahipti, "Galatasaraysever"di, senin "hain" olduğun ortamda..Bil ki şimdi dökülen "timsah gözyaşları", Hagi, Mondi, Tafi, İlie ve niceleri için de dökülmüştür...Unutulmayacaksınız, denilenler, en çabuk şekilde silinmiştir gönül hanemizden, mantık haznemizden...İşte..Git Sasa...Mutlu olacağın yerlere git...Nasıl Partizanlı Grobariler seni Türkiye'de de olsan izleyip destekledilerse, buradan da odasında posterin, defterinde resmin, bilgisayarında masaüstü resmin bulunan birileri, senin uzak diyarlardaki gollerine alkış tutacak, asistlerine iç geçirecek ama asla ve asla sana "hain" demeyecek...

Ada Sahillerinde Bir Yüz Akı


'Onun mavi-beyaz bir yüreği var...' Ait olduğu topraklardan binlerce kilometre ötede, tek başına bir başarı öyküsünün altına imzasını atan Tugay Kerimoğlu'nu böyle tanımlıyor bir Blackburn Rovers taraftarı... Evet, nereden baksak bir başarı öyküsü Tugay Kerimoğlu'nunki. Şişirilmiş, biri bin yapılmış bir öykü değil ama... Naif, gözümüze gözümüze sokulmayan, ancak görmeye çalışanların, bunun için emek sarf edenlerin görebileceği bir başarı öyküsü bu.

Ve aslında Tugay'ın yazarken farkına varamadığımız öyküsü o kadar önemli bir başarı öyküsü ki belki ancak şu örnek çapını anlamamıza yardımcı olabilir. Tugay'ın altı sezondur formasını giydiği Blackburn Rovers 1875 yılında kurulmuş bir takım. Yani 132 yaşında... Yani atalarımızın futbolun ne menem bir şey olduğunun farkında olmadıkları yıllarda bu kulübün bahçesinde maçlar yapılıyormuş. Ve bu köklü kulübün gelmiş geçmiş en önemli futbolcusu listelerinde en çok iki oyuncunun ismi geçiyor: Futboluyla ada tarihine damgasını vuran Alan Shearer ve Tugay Kerimoğlu. Değişik oylamalarda kimi zaman Shearer önde yer alıyor, kimi zamansa Tugay. Shearer döneminde takımın lig şampiyonluğu elde ettiğini de eklemeden geçmemeli.

Dışarıdan bakıldığında kolay gelebilir ama Tugay bu öyküyü aslında hiç de kolay yazmadı. Bir insanın bildiklerini unutması, bilmediklerini öğrenmesinden daha zordur çoğu zaman. Tugay işte bunu başardı. Topla oynamayı çok seven bir oyuncudan bir futbol emekçisi devşirmeyi bildi. Koşmayı, mücadele etmeyi, alan kapatmayı bir futbolcu için çok geç sayılabilecek yaşlarda, 20'li yaşlarının sonunda öğrendi. Savaşkan bir orta saha, Blackburn'ün beyni oldu sonunda.

Dokuz yıllık Galatasaray macerasında çalımlarıyla, şutlarıyla hatırladığımız Tugay, 2000 yılında Greame Souness'ın ardından önce Glasgow Rangers'a bir yıl sonra ise Blackburn'e transfer olurken daha öğrenmesi gereken çok şey olduğunu biliyordu.
Blackburn'de savunma, iyi savunma yapmayı öğrendi Tugay. Tıpkı kulübünün armasında da yer aldığı gibi sanat/yetenek ve emek/çok çalışmayla (arte et labore) yaptı bunu. Kimi zaman yedek kaldı, kimi zaman topu çok ayağında tuttuğu için eleştirildi. Ama vazgeçmedi. En azından bizler onun vazgeçmediğini başardığı zaman gördük. Çünkü o başarırken biz yanında değildik. Ahmet Çiğdem'in de dediği gibi, itiraf edelim, bizim bu başarıdaki katkımız sıfır. Ancak, UEFA Kupası'nda Basel'le oynadıkları maçtaki gibi bir gol attığında düşüyor aklımıza.

Tugay'ın aslında ne kadar önemli bir futbolcu olduğunu anlamamız için onsuz kalmamız gerekiyormuş meğer. Milli Takım'da da böyleydi bu... Orta alanda yaptığı işleri uzunca bir süre görmezden geldiğimiz Tugay en güzel dersi 19 Kasım 2003'teki Avrupa Şampiyonası biletini yitirdiğimiz Letonya maçı sonrası Milli Takım'ı bırakarak verdi. Yerini doldurmak öylesine mümkün olmadı ki, milli bir 'transfere' ihtiyaç duyduk. İsmi etrafında anlamsız ve aslında derinden ırkçı bir tartışma başlatılan Aurelio'ya... Kıymeti bilinmeyen Tugay'ın yerine, kimilerince Milli Takım'da istenmeyen, buna rağmen tekmeye kafayı -hem de görünen o ki herkesten daha iyi bir şekilde- uzatan Aurelio'muz var artık. Ancak onunla rakibe daha az alan bırakıp, ancak onunla daha sağlıklı atağa kalkıyor Türkiye'nin orta sahası... Bizse Aurelio'ya bile tepki duyuyoruz. Eee, bu ülkeyi bu ülkeye rağmen sevmek zor zenaat...

Şimdilerde teknik direktörü Mark Hughes, Tugay'ın 36 yaşında ve kariyerinin sonlarına yaklaşmış bir futbolcu olmasının mutluluğunu yaşıyor. Evet, mutluluğunu... "İnsanlar bana 'Tugay'ın 10 yaş genç olmasını ister miydin' diye soruyor" diyor Hughes ve devam ediyor:

"Onlara 'hayır' diyorum. Çünkü 10 yaş genç olsaydı bizde değil Barcelona'da oynuyor olurdu."

Bugün İngiltere Emre'nin ırkçılık yapıp yapmadığını tartışıyor, daha önce Alpay'ın Beckham'a saldırıp saldırmadığını konuşmuştu. Bunlar olmuştu veya olmamıştı, bu ayrı bir konu. Ama yazılıp çizilmişti. Bizlerse her defasında kendi kendimize "Bak işte bütün dünya bize düşman" deyip çıkıvermiştik işin içinden.

Hâlâ da öyle yapıyoruz. Konu futbol veya Ermeni soykırımı... Fark etmez. Herkes Türklüğe düşman, herkes büyük bir komplonun parçası... Bu hezeyanla nice insanını kaybetti bu topraklar, ve böyle giderse daha nicelerini kaybedecek.
İşini doğru bir şekilde yaptığında hiçbir önyargıya yer vermeden dünyanın
her tarafında herkes tarafından sevilen bizden birisini mi görmek istiyorsunuz?
İşte Tugay Kerimoğlu... Orada duruyor

Eray Özer - Radikal

4 Haziran 2007 Pazartesi

Güzel Oyuna Dair #1

" Ne yaziooo ki be abi? Tutuyoz ama..."

Aramızda...You Will Never walk Alone Valla Billa...

Adam Adama...Adım Adıma...


3 Haziran 2007 Pazar

Curva

Bizim de Curva'mız olmuştu İkitelli Dağının zirvesinde..Dağlar duvar olsa önümde/Yollar kördüğüm düğümlense/Dönmem gözümü dağlasalar/İpe götürseler/Cim Bom çağır yeter demiştik, koşmuştuk peşinden...Başka bir iklimdi sanki, başka bir coğrafya...Uyuşmadı kanlarımız, tavırlarımız,huylarımız bölgedeki aşıklarınla...Aslan da sevmedi,yattığı yeri,İmparator da beğenmedi ordusunu yönettiği karagahı...Felaket oldu sonu ikinci kez denenen bu maceranın...

Taksim Stadı...


“Oyunu seyredenler ikiye bölünmüşler. Her biri kendi partisinin çocuklarını teşvik eder, düşman tarafa küfürü basar bir durumda. Herkes istediğini söylüyor. Herkes dilediği gibi bağırıp çağırıyor. Ortalıkta bir söz, bir düşünce hürriyeti, alabildiğine… Bu işin birçok tarafları hoşuma gitmedi, dersem yalan söylemiş olurum. Muayyen bir manada, demokrasiyi anlamak isteyenler Taksim Stadyumu’na gitsinler. Ben kendi payıma güzel ve berrak ve heyecanlı bir iki saat geçirdim orada.”
Ne güzel anlatmış üstad ..Değil midir düstürümüz Futbol Asla Sadece Futbol Değildir

10'nun Vedası

Yağmur usul usul çiseler…Stadın ışıklarının aydınlığında yağmur tanelerini saymaya çalışırken, rüzgar onları yüzüne doğru savurur…Bir iç çekersin… Boynundaki atkıyı “psikopat” tabir edilen tarzda sıkıca yüzüne sararsın…Sadece gözlerin açıkta kalmıştır…Öylece karşındaki yeşil çimlere dalıp gidersin…Ve aniden aslan kükremesine benzeyen bir ses ile irkilirsin…Tribündeki binlerce göz saha kenarındaki bir noktaya odaklanmıştır…Tüneldeki ışığın gözleri kamaştırmasına rağmen, O’nu herkes tanımıştır…Bir elinde kar beyazı, can dostu meşin yuvarlak, diğer eliyle sıkıca kavradığı ufak oğlu ile O sahanın ortasına doğru yürümektedir... (u/M Fanzinde devam etmektedir)

u/M Baskıda

"Elimde şapkam, dünyanın dört bir yanını geziyor ve stadyumlarda yalvarıyorum: 'Tanrı rızası için, güzel bir maç lütfen' " demiş üstad Eduardo Galeano...Kendisinin yolunda, İstanbul'da Bursa'da, İzmir'de Samsun'da, küçük stad buyuk stadyum, mahalle arsası sokak arası, nerede bir çift kale kurulup, top peşinde koşulduysa, karşı konulmaz bir tutkuyla izleyen biri olarak, kendi gördüklerim, duyduklarım, izlediklerim,hissetiklerim,yaptıklarım,fotoğrafladıklarımdan oluşan bir yazın ortaya koyduk... Dün itibarıyla ilk baskısını elime aldım...Hani yazarlar, şarkıcılar "kendi çocuğum gibi" derler ya ortaya koydukları eserler için, aynen öyle bir duyguymuş bir ürün ortaya çıkarmak... İlk sayısından "alnımızın akıyla çıktık" artık..Bakalım 2.sayı olacak mı? Allah yazma gücü verip, netten uzaklaşıp, elimize kalem alırsak 2. sayı da çıkar,vakit mi, bilmem... Not: Baskı maliyetlerinden dolayı oldukça az basılacaktır...Çoğaltma işini nasıl yaparım kara kara düşünüyorum...

Blog Widget by LinkWithin