31 Temmuz 2010 Cumartesi

Galatasaray:2-2:OFK Belgrad

Hazırlık kampı… Futbol lügatında bu tamlamanın karşılığı olarak futbol takımlarının geçmiş sezondan kalan eksikliklerini giderip, yeni sezona dair çalışmalar yaptıkları dönem şeklinde belirtilecektir, yani bizim topçular tatillerini yaptıktan sonra Almanya’ya ya da Hollanda’ya gezmeye, eğlenmeye değil, çalışmaya, eksik gidermeye, kısaca hazırlanmaya gitmektedirler…

Perşembe gecesi Galatasaray’ın OFK Belgrad maçını izledikten sonra görüldü ki bizim takım bu yurt dışında geçirdiği bu zaman zarfını her anlamda hiç de iyi kullanmamış…
Öncelikle, yurt içindeki rakipleri Fenerbahçe, Beşiktaş, Trabzonspor ve Bursaspor tatillerini bitirip, top başı yaparken, Galatasaraylılar yazlık beldelerde Dünya Kupası maçlarını seyrediyorlardı muhtemelen, zira Florya’da herhangi bir hareketlilik yoktu. Zaten Fenerbahçe ile yapılan dostluk karşılaşması sonrası Rijkaard’da çalışmalara geç başlandığını itiraf etti: ” Rakibimizden 1 hafta gerideyiz” şeklinde konuşmuştu Hollandalı hoca neden Fenerbahçe’ye kaybettikleri yönündeki soruya cevap verirken… Arkasından ikinci bir soru olarak “Neden hazırlıklara en geç Galatasaray başladı?” diye bir soru beklerdim ama basın toplantısındaki muhabriler bunu sormadılar… Bu planlama neden böyle yapıldı bilemiyorum, hocanın düğün ve balayı süreleri mi hesaba katıldı, Dünya Kupasının bitmesi mi beklendi ( ki diğer takımların da topçuları vardı orada),takımın erken form tutması mı istenmedi, yapılacak transferler mi beklendi bilemiyorum, lakin sebep ne olursa olsun Galatasaray, ilk resmi mücadelesinde hiç hazır görülmedi.

Avrupa Ligi ön eleme maçının ilk yarısında başarılı bir oyun sergileyen Galatasaray, ikinci yarı oyundan düştü, futbolcular yoruldu ve deplasmana hiç de ummadığı bir skorla gitmek zorunda kaldı… Hazırlık kampında Fenerbahçe dışında, dişe dokunur rakiplerle oynamayan Galatasaraylı topçular, OFK Belgrad’ı da hafife alınca kendilerini pek sıkmadılar ve iyi başlayan karşılaşma hayal kırıklığı ile sona erdi. Sezon öncesi yapılan hazırlık kampları sadece fiziksel yükleme için değil mental olarak da topçuları yeni sezona hazırlamak için yapılır ama Galatasaraylı topçular güç olarak yeterli gözükmedikleri gibi, “kafaca” da sezona hazır olmadıklarını izledik Perşembe gecesi… Takım yeni formalarını giymiş ilk resmi maçını oynarken, futbolcuların uzerinde bir "laubalilik" göze çarpıyordu. Gönülsüzce yapılan işten hayır gelmez derler ya, bu misal el belde oynanan ikinci yarıda Galatasaray kalesinde iki gol görüverdi..
Galatasaray’ın hazırlıksız olduğunu yenilen ikinci gol o kadar belli etti ki, o korneri bir daha hatırlayalım… Maç 2-1 ve kritik bir dakikada rakip takım koşe vuruşu kullanıyor ve Galatasaray ceza sahasının fotoğrafına bir bakalım: Ön direkte bir pembe formalı oyuncu, ortada Aykut ve arka direk bomboş. Altı pas içinde Neill kimseyi marke etmeden bekliyor, arkasında Sırpların uzun adamı ve onun da arkasında başka bir Galatasaraylı futbolcu yine bomboş… Bu iki Galatasaraylının boş bıraktığı Belgrad’lı da Aykut’un da tereddüdü ile rahatça çıkıp kafayı vuruyor ve belki de takımına turu getirecek golü atıyor… Oysa, hazırlık kampından "bomba" gibi dönen bir Galatasaray savunması ön ve arka direk yerleşmelerini yapmalı, her oyuncu eşleşeceği adamı bilip bu vazifesini ciddiyetle yerine getirmeli, ceza sahasında cirit atan adam bırakmamalı, Aykut da korkusuca çıkıp o topu almalı ya da yumuruklamalıydı… Takım defansının bu yerleşim hatası görülmeyip, golün faturası Aykut'a kesilirse Galatasaray daha büyük bir hata yapmış olacaktır…

Takım hazır değil dedik, peki ya seyirci? Onlar da Ali Sami Yen’deki ilk maça pek de hazır değillerdi. Günlük yaşantımda hep derim: “Kişi ancak üzerine düşen sorumlulukları yaparsa, başkasını eleştirmeye hak bulur” diye, takım uyurgezer bir haldeyken sahadaki futbolcuları canlandırmak için bağırmayan, aksine çekirdek çitleyerek bu nini havasına katkıda bulunanların Aykut ve Galatasaraylı defans oyuncularını yuhlamaya hıç ama hiç hakları yok… Zayıf rakip diyerek tatillerini kesip stadın yolunu tutmayanların da, futbolcuları maçı hafife almalarından dolayı suçlamalarına hiç hakları yok…

Olumsuzluklardan bahsettik hep yazıda, Rijkaard'ın dediği gibi “pozitif yönden” bakmak işini son paragrafa ayırdım ama ondan önce Mustafa Yücedağ ile ilgili birkaç satır da karalamak lazım. NTVSpor’daki Yenilsen De Yensen De programına gelmişti Mustafa hoca, o sıralar Hollandalı hocanın tercumanı pek eleştiriliyordu ve ortada Yücedağ'ın Galatasaray'a çevirmen olarak geleceği söylentisi vardı, program çıkışında bunu sorduğumda kendisine “Tabii ki iyi olur, o arkadaşımız filoloji mezunu olabilir ama futbolun dilinden anlayan biri lazım Galatasaray'a” demişti. Fenerbahçe maçı sonrası Rijkaard’ın yanında kendisini görünce hiç de şaşırmadım ama Mustafa Yücedağ’ın çevirisinden de bir şey anlamadım. Hadi o siftah dedik ama Belgrad maçı sonrası da çuvaladı Mustafa hoca… Flemenkçemiz yok, Rijkaard'ın bazen kendi dilinden söylediklerini anlayamıyoruz ama İngilizcemiz sayesinde söyledikleir ile Yücedağ'ın cevirilerinin çok farklı olduğunu fark edebiliyoruz… Rijkaard’la beraber memleket futbolunda moda olan total kelimesini de kullanarak şöyle diyebiliriz “Galatasaray total olarak hazır değil”...

Peki hiç mi iyi taraf göremedik maçta, tabii ki de bizi umutlandıracak anlar yakadık, Pino'nun süratı, Kewell'ın bomba gibi dönmesi ve Arda’nın Galatasaray bu turu gececek açıklamaları… Galatasaraylı futbolcuların sutten dilleri yandı, Belgrad'da yoğırdu ufleyer yiyecekler ve turu geçeceklerdir...

Stat: Ali Sami Yen
Hakemler: Nicolai Vollquartz, Torben Jensen, Jakob Bille
Galatasaray: Aykut, Sabri, Neill, Servet, Hakan, Mustafa, Ayhan, Serdar Özkan (Dk. 59 Pino), Barış (Dk. 83 Cana), Arda, Mehmet Batdal (Dk. 68 Kewell)
OFK Belgrad: Saranov, Petkovic, Rodic, Mijatovic (Dk. 46 Filipovic), Nikolic, Trivunovic, Kecojevic, Markovic, Zeravica (Dk. 67. Krstic), Simic, Milic (Dk. 80 İnjac)
Goller: Dk. 26 ve 75 Arda (Galatasaray), Dk. 79 Krstic, Dk. 85 İnjac (OFK Belgrad)
Sarı kartlar: Dk. 51 Simic, Dk. 61 Markovic (OFK Belgrad), Dk. 89 Neill (Galatasaray)

Koloni / Jean Christophe Grange

Jean Christophe Grange kitaplarını seversiniz sevmezsiniz ama hakkını vermek gerekir ki yazar her romanında kendine özgü, daha önce işlenmemiş bir konu, cinayet türü, sebebi vs. yazabiliyor. Bir dolu polisiye-gerilim türü romanda farklı şekilde işlenen cinayetler konu alınır ve yazarlar iç organları şöyle etrafa saçılmıştı, kanlar böyle her yere sıçramıştı diyerek olayın vahşetini anlatmaya çalışır. Grange ise romanlarında bu tür alışılagelmiş betimlemelere girmeden, her hikâyesinde özgün bir nokta oluşturabiliyor.

Bu kitapta “Tunus Gülümsemesi” olarak bahsettiği ağzın kulaktan kulağa kadar kesilmesi şeklini ilk burada duydum ve belki biraz sadistçe ama beni o kadar etkiledi ki; bir süre fazla güler yüzlü arkadaşlarımla karşılaştıkça aklıma o sahne geldi. Yaralarından iğne yapılacak yeri kalmayan eroinmana yapılan “son şans iğnesi” kısmını okurken de bir an içiniz ürperecektir. Son olarak da – ki zaten kitabın ana temasını oluşturuyor – insanın kulağına yapılan bir müdahale ile acı çektirip, kalbini durdurarak öldürülmesi fikri, yazarın araştırmalarının ve emeğinin meyvesi olarak duruyor. Bunca yıldır bu tür romanlar okurum hiç böyle bir cinayet şekli okumadığım gibi düşünmemiştim de. Kitapla ilgili ipucu vermemesi açısından bu şeklin ayrıntılarına girmeyeceğim ama hakikaten helal olsun.

Grange’ın bir başka beğendiğim yönü de; romanlarını geniş bir coğrafyaya yayması ve yerküre üzerindeki diğer ülkeler hakkında genel kültür niteliğinde tarihsel ve toplumsal konularda bilgi vermesi. Aynı şeyi, kısmen yanlış bilgilerle, “Leylekler Uçuşu” romanıyla çok az olarak ve “Kurtlar İmparatorluğu” romanıyla bolca Türkiye için yapmıştı. Bu romanda da anlattığı Şili’deki Pinoche diktatörlük zamanları, Fransızların Cezayir ve Kamerun’daki işkenceleri ve başroldeki Ermeni karakter dolayısıyla Ermenistan ve bağlantılı olarak ortodoks-katolik kıyaslamaları gerçekten hoş ve bilgi vericiydi. Baş karakterimizin Ermeni olması ilk başta hassas konulara girer mi acaba diye beni biraz tedirgin etti ama çok ufak 1-2 cümle dışında malum konular konuşulmadı ya da çevirisinde çevrilmemiş.

Bu güzelliklerin yanında ne yazık ki kitabı bayağılaştıran yerler çokça var. Kitabın sonu en kötü kitap sonları listesinde zirveyi zorlayacak klasik Türk filmi kıvamında. Son 20-30 sayfaya geldiğinizde doğrudan son sayfaya geçmenizi bile önerebilirim. Genç polisimizin çocuklarla karşılaşıp dağıldığı sahne de pek oturmamış. İlaveten, kahramanların geçmişleri hakkında çok gereksiz ve kitapta olup olmaması fark etmeyecek, biraz da inandırıcılıktan uzak kısımlar da can sıkıcıydı. Ermeni karakterin oğlunun Ermanistan’a kaçmış olması da kitabın sonlarındaki sürprizden sonra biraz havada kalıyor.

Yine de, hani bazı takımlar için yener yenilir ama her maçında pozitif futbol oynar denir ya, o misal Grange’ın romanları da iyidir kötüdür ama her romanında diğerlerinden farklı bir taraf her zaman olur. Ayrıca bu kadar roman yazmış olmasına rağmen kendisini çok az tekrarlamayı başarabildiği için emeğe saygı duymaktan başka çaremiz kalmıyor. Asgaride bu şekilde devam etmesini umuyoruz.

Kitabın bomba kısmı: İsrailli'nin, Nazilerin işkenceleriyle ilgili hazırladığı bir sunumdan sonraki yorumu : "Başka bir odada, size, İsrail milislerinin Filistinli bir yeniyetmenin kollarını ve bacaklarını taşlarla kırarken gösteren bir filmi izlettirebilirim. Kin, bu dünyada en iyi paylaşılan yetenektir. (...) Asıl üzücü olan, her birimizin içinde bir nazinin bulunması. İstisnasız hepimizin."
Orjinal adı: Miserere
Fiyatı: 10 TL
E-kitap: Koloni
Toplam sayfa: 422
Not: 7/10

29 Temmuz 2010 Perşembe

Bursaspor 2010-2011 Formaları





Basında takımların yeni formalarının haberlerinin olduğu bu günlerde, bir arkadaşın laf arasında bahsetmesiyle şans eseri 2010 Türkiye şampiyonunun yeni sezon formalarının çıktığı öğrendim. Bu habere spor bültenlerinde rastlayamadım, bugün de Fanatik dışında elime geçen 5-6 gazetede göremedim. Tamam, İstanbul medyasıdır falan filan ama Türkiye şampiyonun forma tanıtımı eğer basında yer bulamıyorsa burada şampiyonun ve formayı tasarlayan firmanın ajansların da hatası oldukça büyüktür çünkü bu haberin geçmediği gazetelerde Timsah heykelinin ve diğer Bursaspor ile ilgili haberler mevcuttu. Demek ki, internet olmasaydı formaların nasıl birşey olduğunu ancak 15 Ağustostaki maçta görebilecektik.

Konuyu formalara getirirsek; Vederson'u görmesem yukarıdaki fotoğrafların eski sezonlardan birine ait olacağını düşüneceğim. Düz mavi veya düz kırmızı renkte formalar en ucuz maliyetle yaptırabildiği için, eskiden mahalle maçlarında takımlar birbirine karışmasın diye bu tip düz formalar yapardık. Bursaspor da aynı bu şekilde bir adet dümdüz beyaz, bir adet dümdüz yeşil forma ile 2 forma hakkını harcamış gitmiş. Dümdüz beyaz formanın bir tanesinin ortasından dikine yeşil bant indirilmiş, olmuş 3.forma. İyi ki geçen senenin gözdesi Celtic formasını korumuşlar da -ki bana sorarsanız geçen seneninkinin ayrıntıları daha şıktı- giyecek birşeyleri olmuş.

Velhasıl, formalar hem tasarlanırken hem de tanıtılırken ne yazık ki bu takımın Şampiyonlar Liginde en az 6 karşılaşma yapacağı pek hesaplanmamış.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Dünya Basketbol Şampiyonası Yaklaşırken


ultras/Movement blogun basketbol üstadı Gürkan, Türkiye'de yapılacak olan Dünya Basketbol Şampiyonsı öncesi siftahı yaptı ve Türkiye'nin durumunu geçmişten alıp, günümüze getiren bir giriş yazısı hazırladı. Devamı da gelecektir elbet diyerek biz de yayınlıyoruz:

Japonya, 2006… O yıl düzenlenen şampiyonanın final maçında Turgay Demirel’in bayrağı devralmasının üzerinde neredeyse 4 sene geçti ve Şampiyona’ya bir ay gibi kısa bir süre kaldı. Her anlamda turnuvaya hazırız. Takımımız Bormio’da (yıllardan beri) hazırlıklarını sürdürüyor, salonlar tamamlandı, biletler satıldı. Fiba genel sekreteri Patrick BaumannSon yıllardaki en iyi turnuva” olarak tarihe geçebileceğini söyledi. Gerçekten organizasyon anlamında en iyisi olacağına yürekten inanıyorum. Bundan önce 2001’de Avrupa Şampiyonası’nda ev sahibiydik ve bütün imkansızlıklara rağmen çok iyi bir organizasyonla alnımızın akıyla turnuvayı tamamlamıştık Ulusal takımımızın Final oynaması da işin lezzet kısmıydı. Sonrasında 2005’de şampiyonlar ligi finali İstanbul’daydı. Olimpiyat Stadı ilk defa bizim için anlamlı oldu. (hele ki bir de hikayesi var ki o finalin) Ondan da alnımızın akıyla çıktık. Her ne kadar UEFA bize EURO 2016’yı vermese de yine en iyisini bizim yapabileceğimizi biliyoruz. Bizim asırlardan gelen müthiş bir misafirperverlik anlayışımız var, kültürümüz var ve bir duruşumuz var. Bunların hepsi bu şampiyonaya yansıyacak bundan adım gibi eminim. Biz eksiklerimizi bu farklılıklarımızla kapatıyoruz. Sonrasında herkes bizi Türk Lokumu olarak hatırlıyor.

Evet şampiyonaya bir ay kaldı. 2005’de(yanlış hatırlamıyorsam) bu turnuvanın bize verildiğini duyduğumda içim kıpır kıpır etmişti. Çünkü bu harika duygu bize 1 ay boyunca basketbolla yatıp kalkma, sokaklarda festival havası yaratma Amerika gibi bir takımı izleme ve basketbol severler için bol malzeme dolu hayatımız boyunca unutamayacağımız bir turnuva vaat ediyordu. Görülen geçmiş zamanla bitirdim çünkü şu ana kadar süreç öyle gelişmedi. Gerçi festival havası ve basketbolla yatıp kalkma devam edecek yanlış anlaşılmasın 2001’deki o muazzam başarının ardından 2002’de İndianapolis’deki Dünya Şampiyonasında, saçlarımızı sarıya boyatarak takım olduğumuzu düşündüğümüz bir dünya şampiyonası geçirdik ve dokuzunculukla yetindik. (Sağ olsun Machado bütün hayallerimizi yıkmıştı) 2003 de oyuncularımız yerine egoları sahadaydı hiç hatırlamak istemediğimiz görüntüler çıktı ve elimiz boş döndük ve 2004 Atina olimpiyatlarına da katılamadık. 2004’de milli takımın başına “Kurt Hoca Tanjevic” getirildi. Elimizde harika bir jenerasyon olmasına rağmen bir türlü başarı sağlayamıyorduk. Dedik ki Tanjevic gel bizi kurtar. Tanjevic’in kariyerine diyecek sözümüz yok ancak onu bu jenerasyonu kurtarıp, bir takım hüviyetine sokması istendi. Sonrası şu şekilde gelişti. Tanjevic’in ilk turnuvası olan 2005 Avrupa Şampiyonasında başında bulunduğu Ulusal takımımız 12. olarak turnuvayı tamamladı. Bu turnuva sonunda ilk fireler NBA’de oynayan yıldızlarımız Memo ve Hido 2006 Dünya şampiyonasında olmayacaklarını açıkladılar. Çünkü Tanjevic’le anlaşamamışlardı bir türlü. O kadar sistem arasında onları bir arada oynatacak sistemi bulamadık ne yazık ki. 2006 Dünya şampiyonasından adeta hiç beklentimiz yokken 6.’lıkla eve dönüyorduk Japonya’dan. Uzak doğunun havasından mı suyundan mıdır bilinmez Futbol milli takımımız da oradan üçüncülükle dönmüştü. Bu turnuva öncesinde “2010’un takımını yaratma” düşüncesi ileri atıldı. Bu bağlamda sezonun en iyi 3 oyuncusu Cüneyt, Ömer ve Hüseyin kadroya alınmayıp turnuva öncesi İzmir’de düzenlenen Ümitler Avrupa Şampiyonasında çok iyi bir turnuva geçiren ve Finalde Sırbistan’a kaybeden bu jenerasyonun oyuncuları kadroya dahil edildi. Bir değişim süreci yaşanacağını düşünüyorduk biz de ama tarihler 2007 yılını gösterdiğinde kazın ayağının öyle olmadığını gördük. 2007 de Memo ve Hido yine takımdaydı ama bir türlü istediklerimizi gerçekleştiremedik. Oynadığımız 6 maçta 1 galibiyet alarak turnuvayı tamamladık. Son maç sonrası Eurobasket’in resmi sitesinde Türkiye sayfasını açtığımızda, karşımıza çıkan “France Complete Turkey’s Misery” başlığı her şeyi anlatmaya yetiyordu. 2009 da ise yine pek bir beklentimiz yokken gruplarda olağanüstü bir performans gösterip 3 maçı da kazandık, ikinci turda İspanya'yı devirdik yeni grubumuzda ama 2. tur sonunda pilimiz bitti. Bir stratejimiz yoktu ve çeyrek finalde Yunanistan malubiyeti bizi dokuzunculuğa kadar itti. Harika başlayan turnuva adeta hüsranla sonuçlandı. Bu da bize “Turnuvaya nasıl başladığın değil nasıl bitirdiğin önemlidir” dersini bir kez daha almamıza neden oldu.

Buraya kadar bayağı sevimsiz ve sıkıcı bir yazı oldu farkındayım. Bir iyi turnuvanın ardından 2 tane kötü turnuva oynuyoruz genelde. Hep can sıkıcı şeylerden bahsettim ama bizdeki süreç İspanya’daki gibi gelişmiyor ki kardeşim. Bir sevinip 3 üzülüyoruz. Ardından olumsuzun ardından edebiyat yapma hakkını üstümüze vazife olarak görüyoruz. Geçenler de İbrahim Altınsay bir yazısında buna değinmişti. Yazısında “olumsuz üzerinden otorite sağlayacaksın ki herkes sende bir keramet var sansın” diyordu. Benim yazı da biraz böyle başladı. Şu ana kadar da anlatadurduk basketbolumuzun geçmişini. Evet bir çok turnuvada takım olmayı beceremedik son on yılda 2001 ve 2006’dan başka başarımız da yok. Hatta hiç hatırlamak istemediklerimiz turnuvalar mevcut. Hepsinin dışında beni en çok 2005’te verilen karar etkilemişti: “2010’un takımını yaratmak”… Bu uğurda önce bazı oyuncular küstürüldü milli takıma. Hamle doğruydu evet ama uygulama yanlıştı. Biz takımımızı gençleştirip 2010’a damga vurmayı düşünürken basketbolumuzu yaraladık. Kulübünde süre bulamayan oyuncuları milli takımda ilk beş oynatıp en kritik maçta 30 dakika sahada tuttuk. Fakat aynı oyuncuya aynı antrenör kulübünde tekrar havlu sallama ve maç koptuğunda oyuna sokma görevi verdi. Yaşıtları Euroleague finallerinde cirit atıp damga vururken ümit milli takımlarda yenildikleri rakipleri olan Türkler onları hayranlıkla izliyordu televizyonun karşısında. Halbuki 1 yaz önce ümit milli seviyede kök söktürüyordu izlediği oyuncuya. Kulüplerimizde de bir stratejimiz olmadı bu gençleri kazanmak için, Allah’ı var gençlerimizin de bu yolda hiç çabası olmadı. Amacını basketbolunu geliştirip bol antrenman yapmak çalışmak mücadele etmek yerine “en kolay yoldan nasıl Mercedes alırım” olarak belirledi. Aslında Ömer Onan 2006 Dünya Şampiyonası kadrosuna alınmaması üzerine sorulan bir soruya verdiği cevapla her şeyi özetlemişti. “Gençlerin önünü açmak diye bir anlayışı kabul etmiyorum. Genç oyuncu gerçekten iyiyse ve iyi çalışırsa önünü kendi açar”.

2006’da alınan o karar her şeye rağmen beni ve birçok basketbol severi kızdırsa da yapılması gereken radikal bir hamleydi. O zaman için günü kurtarmak istemeyen yöneticilerimiz ve antrenörümüz böyle bir karar almıştı. Kızsak da bir yandan destekledik çünkü gelecek bizim için her zaman önemli olmuştu ve bir ay önce İzmir’de yapılan Ümitler Avrupa Şampiyonasında oyuncularımız Final’de Sırbistan’a kaybetmiş ve oyunlarıyla göz doldurmuştu. Hatta göz doldurmanın da ötesinde birçok takımın iştahını kabartmıştı. Çünkü bu oyuncular bir potansiyeldi. Ancak yukarıda anlattığım gelişmeler ve faktörler bugüne bu şekilde gelmemizi sağladı. O gün beğenilmeyen Ömer Onan bugün takımımızın savunmasının omurgası adeta. Aynı radikal hamleyi yapan bizim gibi bir takım daha vardı. Evet finalde Ümitlerimizin yenildiği Sırplardı. Onlar da 2005’te çok kötü bir turnuva geçirmişlerdi ve değişime ihtiyaçları vardı. Değişimin ilk faturası 2007 de 13.lüktü onlar adına. Ancak 2009 da onları finalde gördük. 2006’da ümitler şampiyonasında oynayan Pekovic, Raduljica, Teodosic ve adını saymadığım birçok oyuncu bugün Avrupa’nın en iyi takımlarında çok değerli yıldızlar oldular. Biz ise Ersan dışında bir üretim yapamadık ki Ersan’ın özel bir oyuncu olduğunu unutmamalıyız. Bizim o kadrodan istikrar sağlayarak adını duyuran bir Oğuz Savaş bir de Ömer Aşık var ki Ömer o kadroda en süre alan 3. oyuncuydu(maç başına 10 dak. civarı).

Özetleyecek olursak, şu ya da bu şekilde ister ego deyin ister strateji yanlışlığı deyin istediğiniz şeyi söyleyin biz bir arpa boyu yol ilerleyemedik. Her iki taraftan da (oyuncu-yönetici) yeterli istek ve destek gelmedi. Yukarıda saydığım nedenlerden dolayı arabanın benzini yarı yolda bitti ve 2010 yolunda hayaller suya düştü. O mükemmel 12 Dev Adam şarkısı bir ara kabak tadı vermeye bile başlamıştı.“2010’a hazırlanmak” adı altında bir olimpiyatın dışında kaldık ve 2 Avrupa şampiyonasından boynu bükük ayrılmak faturaya yansıdı. Tüm bunların dışında “Bize ne kaldı” dersek, elimizde direk katılacağımız bir şampiyona ve değiştiremesek de dönüştürdüğümüz, bir önceki turnuvada çok iyi sinyaller veren, yardımlaşan, gücünü savunmadan alan, her topun değerini bilen, klasman maçlarına kadar bizi yerimize oturtmayan, şampiyona sonunda ders olarak gücünü ekonomik kullanmasını öğrenen, her takımı yenebilecek bir takımımız var şu an. Mehmet Okur’un olmamasına rağmen çok iyi bir aday kadro açıklandı. Mehmet çok istiyordu katılmayı ancak aşil tendonu izin vermedi. Belki bazı yorumcular ve basketbol severler Kaya’nın olmaması konusunda görüş belirteceklerdir. Kaya zaten 2007’de canlı yayında NTV mikrofonlarına “Maçın hangi anında, hangi beşle sahada olacağımız belli değil. Oturmuş bir düzenimiz yok” mealinde bir şeyler söylediği günden bu yana bu kadroda bulunmuyor. Az olan bulunma ihtimalini de BBL final serisindeki oyunu sonrası yitirdiğini düşünüyorum. Yoklardan bahsetmişken yokları varlarından daha çok olan bir turnuva olacak. Sakatlıktan, koç tercihinden, yatmayan sigortalardan, Nba takımlarından izin alamayan oyunculardan derken bayağı bir oyuncu havuzu oldu. Tabi en büyük hayal kırıklığı ABD idi bu konuda. Kobe Bryant, Dwight Howard, Miami’nin yeni üçlüsü (Wade, Bosh ve James) David Lee, Amare Stoudemire, Deron Williams, Chris Paul kadroda yoklar. Ayrıca Almanya’dan Dirk Nowitzki ve Dirk olmazsa gelmem diyen Chris Kaman, İspanya’da sezonu çok yoğun geçirdiğini ve yorulduğunu belirten ve İstanbul’da ülkesine yorumcu olarak katkı verecek Pau Gasol, Yunanistan’da koç Kazlauskas’ın hışmına uğrayan Avrupa’nın bana göre hala en iyi oyun kurucusu Papaloukas, Koç’la kavga eden Beno Udrih, sigortası ödenmeyen Kirilenko ve eşi Eva ile tatil planları yapan Tony Parker’ı izleyemeyeceğiz bu turnuvada. Şu an aklıma gelmeyen oyuncular da var mutlaka o yüzden kusuruma bakmayın. Biz basketbol severlerin en çok merak ettiği Amerika açısından hayal kırıklığı oldu yadsınamaz bir gerçek. Gelmeyen oyuncuların hiçbirinin dünya şampiyonluğu yok ve özellikle Kobe’nin bunu çok istediğini biliyorduk. Ama hepsi çamura yattı. Kobe de bu sabah diz ameliyatını oluvermiş. Amerikalılar ve gelmeyecek diğer yıldızlar basketbol sever olarak üzüntü verici belki ama bardağın dolu tarafından da bakmak lazım. Açıklanan Amerika kadrosuna nereden bakarsam bakayım Şampiyonluk adayı gibi gelmiyor bana. İspanya daha ağır basıyor bu yüzden. Ayrıca bizim hedefimiz olan madalya şansını da daha bir kuvvetlendiriyor bu ihtimaller. Her şeye rağmen ben 2009’dan ders çıkarmış bir takım ve kenar yönetim olduğunu düşünmek istiyorum. Ev sahibi avantajı, Hidayet’in geçtiğimiz sezonu kötü geçirmesi üzerine hem basketbol oynama isteği hem de Şampiyona öncesi istediği bir takıma takas olmasının getirdiği mental güç, Kerem Gönlüm’ü tekrar kazanmamız, Ersan’ın çok iyi durumda olması, iki Ömer’in savunmadaki arzusu ve diğer oyuncuların rollerini yerine getirmek için elinden geleni yapacak olmalarına şüphemizin olmamamsı bizi yine 12 dev adam şarkılarını söyletmeye ve madalya yolunda umutlu olmamıza yol açıyor. Burada noktayı koyalım ve uzatmayalım çünkü kadro yapısı, niteliği ve şampiyona yolu bir başka yazı konusu. Son söz olarak Athena’nın 12 Dev adam şarkısını, Kıraç’ın şampiyona için bestelediği şarkıya tercih ettiğimi belirteyim. Kalan bir ayın çabuk geçmesi dileğiyle, iyi tatiller.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Tatildeyiz...



Ani bir tatil plani gerçekleşiverdi, birden İstanbul'dan uzaklaştık ve kendimizi doğanın ortasında bulunca blogu da ihmal etmiş olduk... Bir hafta daha sanal alemden uzak kalacağız lakin dönüşte yazılacak çokça konu var... Şimdi enerji toplama vakti... Görüşmek üzere...

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Hollanda:0-1:İspanya


"Herkesin beni tanıdığını düşünmeyin. Şampiyonlar Ligini kazandıktan kısa bir süre sonra başıma gelen bir şeyi anlatacağım. Bir restaurantta sevgilim ve kız kardeşimle, bize bir masa ayarlaması için garsonun gelmesini bekliyorduk. Yanıma gelen bir kadın, "Sen garson musun?" diye sordu. Şaka yaptığını düşünerek, "Evet, hanımefendi" dedim. "Bana bir Fanta verir misin?" dedi. Sevgilim ve kız kardeşimle birlikte ağzımız açık kaldı. Ona garson olmadığımı, şaka yaptığımı söylemekle yetindim. Özür dileyerek masasına gitti. Arkadaşlarının gülmelerini ve kadıncağızın şaşkınlığını izledik. Sanırım arkadaşları beni tanıyorlardı. Hepimiz çok eğlendik. saçlarımı boyasaydım ya da türlü tuhaflıklar yapsaydım kadın beni tanırdı. Ama ben öyle biri değilim. Dikkat çekmeyi sevmem."

Böyle diyordu Andres Iniesta "Cennette Bir Yıl" adlı kitabının kapağının arkasındaki yazısında.... Barcelona'nın fırtına gibi estiği ve önüne gelen kupaları aldığı dönemden sonra başına gelen bu tuhaf olayı anlattıktan sonra, şöyle bitiriyordu yazısını: "Benimle gurur duymanız için çalışmaya ve kendimi zorlamaya devam edeceğim. Benim için önemli şeylere sadık kalacağım: çalışmak, çalışmak, çalışmak ve elimdeki nimetin farkında olmak. İpin ucunu bırakmamak gerek. Yarın için bugünden çalışmalıyım... "

İşte, o günden beri çalışan Iniesta'ya futbolun tanrıları da yardım ediyor ve bugün dünyada herkesin tanıdığı bir futbolcu haline geliyordu 116. dakikada attığı golle. Kitapta Iniesta, Stamford Bridge'de maçın 90+3. dakikasında attığı golü hayatı boyunca unutamayacağını belirtirken, dün geceki golü kim nasıl unutabilir ki? Özellikle, Hollandalılar, unutamayacak İspanyol futbolcuyu, Chelsea'yi Şampiyonla Ligi dışına iterken saha kenarındaki Hollandalı Hiddink'i üzerken, dün gece de bütün bir Hollanda ülkesini göz yaşlarına boğuyordu Andreas Iniesta...

Final aslında beklendiği gibi başladı, iki takım da rakibine sağlam bir yumruk atmaktan ziyade, karşı tarafın açığını bekleyip, kendisini sıkı sıkıya koruyan boksör gibiydi, dakikalar ilerlesin, sonrasına bakarız havasında oynuyorlarlardı. İspanya her zamanki sabırla pas yapma işini sürdürürken, Hollanda takımı da biraz "can" acıtarak onları yıldırıp, Casillas'ın kalesine gelmeyi planlıyor gibiydi... İlk devre böyle geçince, ikinci kırkbeş dakikada İspanya daha da geldi rakibinin üzerine ama onlar gol ararken, Robben'in bitime yakın kaçırdığı pozisyon belki de kupayı bir ülkeden alıp, bir diğerine veriyordu...

Normal süresi golsüz biten karşılaşmada, ilk uzatma da iki takımı üzmeyince, penaltı atışlarının Dünyanın En Büyüğünü belirleyeceğini beklerken, Iniesta sahneye çıkıyor ve Stamford Bridge'den sonra ikinci kez formasını çıkararak gol sevinci yaşıyordu. "O kadar çılgına dönmüştüm ki, kornere koştuğum zaman hiç yapmadığım bir şeyi yaparak formamı çıkardım. Sahada üzerimde formamın olmadığı fotoğrafım yoktur. Böyle kutlama yapma alışkanlığım yoktur ama o gün çıkardım." diye Chelsea'ye attığı golü anlatan Iniesta, dün gece de bütün İspanya halkı gibi zafer sarhoşluğundan yine de formasını çıkardı, lakin bu sefer planlıydı, mesaj verme amacı güdüyordu...
Zaten, kupayı alacaklarına o kadar inanmış ki İspanyollar, her biri formalarıyla,t-shirtleriyle, atkılarıyla birilerine saygı ve sevgileri yolluyordu. Yıldızlı formaları çoktan hazırlanmış ve törende sırtlarına geçirilmişken, Ramos, 2008'de Avrupa şampiyonluğu kupasını kaldırırken giydiği Puerta resimli t-shirtünü, dün gece de giyip arkadaşını unutmadığını gösterirken, David Villa, CD Tuilla atkısıyla ilk kulübüne vefa gösteriyordu...

Tarihlerinde ilk kez kupayı kazanan İspanyollar sevinirken, bir kez daha finalde kaybeden Hollandalıların ruh hallerini anlatmaya bile gerek yokken, şampiyon takım elinde kupayla tribünden inerken, onları alkışlamaları ve ellerini sıkmaları ise başka bir güzellik katıyordu kupanın son maçına...
Bir aya yakın süren uzun maratonun sonunda şampiyon İspanya olurken, üçüncü ise cumartesi gecesi Uruguay'ı yenen Almanya olmuştu. Philip Lahm "Çocukken üçüncülük maçlarını hiç izlemezdim, şimdi de pek sevmiyorum ama FIFA'nın düzenlediği bir müsabakayı da oynamak durumundayız" demişti, Löw de kendisine şans vermedi, sakatlık bahane tabii. Esas oynamasını istediğim Klose'ydi ama o da grip sebebiyle kadroya giremedi, rekor kırma şansını kaçırdı. Yarı final maçının en üzgünü Schweinsteiger'e teselli olurken üçüncülük kupası, Forlan da kariyerinin golünü atarak hafızalara kazındı...
İleriki yıllarda bu turnuvadan bahsederken, Maradona, Messi, Forlan, Suares, Klose, Iniesta, Robben, Elano, Dunga, Keita, Kaka ve bir çok futbolcu ile teknik direktörün yanında Paul isimli bir ahtapotun da ismini asla unutmayacağız... Şampiyonu da bildi ya Paul, daha neyi bilsin ki...


10 Temmuz 2010 Cumartesi

FIFA'nın Ahtapot Paul Alayı!

Yukardaki alıntı FIFA'nın basın mensuplarına Dunya Kupasıyla ilgili olarak gönderdiği istatistiksel bilgileri içeren dökümanlardan. Ahtapot Paul'un tahminleri onları da etkilemiş olacak ki, yazının sonuna "Bu bilgiler Ahtapot Paul'un tahminleri değil, FIFA'nın Dünya Sıralamasını yapan bilgisayarından" diyerek Paul'u alaya almışlar... İsteyen bu "sihirli" ahtapota inanır, isteyen inanmaz ama biliyor işte hayvan, nasıl ve neden biliyoru da ben bilmiyorum ve bir çok istatistikçinin de "pabucunu dama attı" bile şimdiden. Geçen gün NTV Spor'da Castroll'un hazırladığı "Dünya Kupasını kim kazanacak?" adlı bir araştırmasına denk geldim. Adamlar işi gücü bırakmış 4 ya da 5 dünya kupasının bütün maçlarını didik didik izlemiş, kim nasıl aut atıyor, kaleci hangi köşeye atlıyor, orta saha oyuncu kaç faul yapıyor, kısaca akla gelecek bütün istatistikleri bir araya getirmişler ve şampiyon Brezilya olacak tahmininde bulunmuşlar ama şimdi Brezilyalılar plajdan izleyecekler finali... Hani FIFA alay ediyor ya, onlar yine devam etsin kafa bulmaya, Paul 'un hiç de umrunda değil, o yediği midyeye bakıyor, tahmin de işin "ekstrası"...

Real Madrid Gelsin!

Daha Bursaspor şampiyon olmadan bile şampiyonluk hayallerinin kurulduğu günlerde Bursa taraftarı şampiyonlar ligi lafı açıldığında "Real Madrid gelsin" diyor, bunu tezahüratlara bile taşıyordu. Zaman hızla geçti, Bursaspor şampiyon oldu ve sıra devler ligindeki kurayı beklemeye geldi. Şampiyonlar Ligindeki rakipler beklenirken Olay gazetesi de Ertuğrul hocaya, kaptan Ömer'e ve golcü Sercan'a kuradan beklediklerini sormuş ve aşağıdaki yanıtları almış:

Ertuğrul Sağlam: AC Milan, Real Madrid, Basel

Ömer Erdoğan: B. Münih, Benfica, Tottenham

Sercan Yıldırım: Arsenal, R.Madrid, Panathinaikos

Hoca ve Sercan taraftar gibi Real Madrid'i istemiş, ben ise "Messi gelsin, iskender yesin" diyen arkadaşım için Barca'nın gelmesinden yanayım ama Bursalıların kendilerine güvenine de hayranım zira Galatasaray'ın şampiyonlar ligine ilk katıldığı senelerde kuralara giderken hep zayıf rakipler beklerdik, taa ki Fatih Hoca gelip "Eğer bu yarışta en sona gideceksek, kim gelirse gelsin fark etmez, nasılsa hepsiyle oynayacağız" diyene kadar... Şimdi merak ediyorum aynı soru Fenerbahçeli oyunculara sorulsa, acaba cevaplar arasında Real Madrid seçeneği yeşil-beyazlılar kadar fazla olur mu? Ya da Galatasaraylı topçular UEFA Avrupa liginde köklü takım isterler mi gruplarına?




9 Temmuz 2010 Cuma

Fernandes'in Kalemini Flamengo Kırdı

Sevgilisinin ölümünden dolayı göz altına alınan Flamengo kalecisi Bruno Fernandes, her ne kadar bu iddiaları yalanlasa da, kuzeninden sonra kulübü Flamengo'dan da beklemediği bir darbe yedi. Kırmızı-siyahlı kulübün kazandığı şampiyonluklara ithafen yaptırdığı ve üzerinde Zico, Romario,Savio, Junior gibi efsanelerin arasında Fernandes'in de resminin bulunduğu pano sökülerek, sadece şampiyonluk yıllarının yazıldığı sade bir levha asıldı yerine. Brezilya basınına göre de Flamengo kulübü Bruno'nun resmi olmayan başka bir panonun yapımı için çoktan sipariş vermiş bile... Duruma bakılırsa, hakimden önce Flamengo kulübü kırmış kalecilerinin kalemi...

Messi'nin Döner Sevdası


Dünya kupasına veda ettikten sonra Messi almış kız arkadaşını yanına ve sesiz sakin bir tatil geçirmek için Rio sahillerinin yolunu tutmuş. Onlar ne kadar mütevazi bir tatil düşlese de paparazziler de peşlerinden gelmiş, tabii hayranları da imza sevdasında rahat bırakmamış mütevazi çifti... Ronaldo'nun yatlarda, havuzlarda sarışın-esmer hatunlarla resimlerini gördükçe Messi'ye daha da saygı duyuyorum bu arada...
Gündüz plajda güneşlendikten sonra da akşam yemeği için bir restorana giden çifte gelen döner dikkatimi çekti, demek ki Brezilya'da masada kesiyorlar döneri. Şampiyonlar ligi kuralları çekilip Bursa yolculuğu gözükürse Messi'ye Kervansaray hoteli aşçıları iyi bir İskender Döner ile misafir etmeli Arjantinli'yi, öyle kuru kuru Brezilya döneri ile olmaz bu işler...

Johan Voskamp

Bu topçuyu daha önce hiç duymamıştım, siz duydunuz mu bilmem lakin CSKA'nın transfer gündeminde adı geçtikten sonra ufak bir araştırma yaptım ve 25 yaşındaki Hollandalı golcünün istatistikleri oldukça çarpıcı geldi: 33 maçta 22 gol... Hollanda ikinci lig ekiplerinden Helmund Sport takımı ligi 8. sırada bitirirken atmış bu kadar golü Johan. "Hollanda'da kolay gol atılır" diyenlerden olabilirsiniz ama bir sezonda 22 gol atan ve de yaşı daha 25 olan bir adam bana kalırsa "yabana atılmaz". Avustralya'dan Sydney FC kendisiyle ilgileniyormuş, bakalım Bulgaristan'a gelecek mi?

Dünya Gözüyle Futbol/Cogito

Eskiden Dünya Kupası maçlarını sadece izlemek için değil aynı zamanda turnuva başlamadan önce çıkan dergi, kitap ya da gazete promosyonları için beklerdik ve turnuvanın düzenlendiği ayın arifesi ile sonrası futbol külliyatı arşivcileri için "tadından yenmez" zamanlardı. Diğer turnuvalara nazaran Afrika'daki bu kupa bizim için oldukça "kurak" geçti, ne bir kitap çıktı, ne de bir dergi, hatta gazeteler maç fikstürü bile vermedi ( Benim görmediğim, duymadığım varsa, yorumlar bölümüne belirtiniz ki, araştırıp arşive ekleme şansım olsun). Bu verimsiz dönem içinde Yapı Kredi yayınlarının çıkarmış olduğu Cogito dergisi "vahada su" gibi çıktı karşımıza. Kendilerine teşekkür ederken sizi derginin tanıtımıyla baş başa bırakıyorum:

2010 Dünya Kupası’na eşlik edecek bir Futbol sayısı hazırlıklarına başladığımızda ortaya bu kadar renkli ve çoksesli bir sayı çıkacağını biz de tahmin etmiyorduk. Cogito’nun futbol sayısı, “güzel oyun”un toplumsal yapıyla, yaşamla, siyasetle benzerliklerine ve bunların futbol sahasındaki izdüşümlerine eğilen; cinsiyetçilik, milliyetçilik, siyaset, sosyal adaletsizlik, ırkçılık, müzik ve futbol ilişkisini ele alan yazılardan oluşuyor.
İlker Aktükün’ün “Futbolun Siyasi Tarihine Kenar Notları” başlıklı ve futbolun üç temel döneminde siyasetle doğrudan ya da dolaylı ilişkisini ele alan makalesiyle açılan dosya, Kıvanç Koçak’ın futbol ve milliyetçilik ilişkisini ele aldığı ve milliyetçiliğin futbolu bir “av sahası” olarak kullanışını Türkiye’den çeşitli örneklerle gösterdiği yazısıyla devam ediyor. Tanıl Bora, “Yeşil Kırmızi, Şark’ın Yıldızi” başlıklı yazısında Diyarbakırspor’un kişiliğini ve Süper Lig’deki kimliğini, geçtiğimiz sezon çıkan olayları da yorumlayarak okuyor. Antonio Negri’nin 1998’de Rebibbia Cezaevi’nde kaleme aldığı yazıda, “herkesin gırtlağına kadar futbola batmış durumda olduğu” İtalya’da, değerler bunalımı sonucu safların nasıl değiştiğini Ulus Baker’in çevirisinden okuyoruz.
Hande Birkalan-Gedik’in futbolun cinsiyetini, feminizm ve futbol üzerine kapsamlı bir literatür araştırmasıyla sorguladığı yazısına Gülengül Altınsay’ın bir kadın futbol yazarı olarak deneyimlerini aktardığı yazısı eşlik ediyor. Selçuk Candansayar, “Futbol, Delinin Aşkı”nda futbolun öğelerini ele alıp psikanalitik bir okumaya tabi tutarken, Nelson Rodrigues, 1956 tarihli yazısında Brezilya futbolunun tek eksiğinin bir psikanalist olduğunu öne sürüyor.
David Inglis ve John Hughson’ın “Güzel Oyun ve Gündeliğin Proto-Estetiği” başlıklı çalışması, futbolun sanatsallaştırılması üzerinden, estetik süreçlerin pratiğin alanını şekillendirişini okurken, Allan C. Hutchinson’ın “Derrida Futbol Oynamış Olsaydı” başlıklı yazısı, felsefenin Maradona’sı Derrida’nın futbol sevdası üzerinden, “içkin bir tasarımı ya da doğal amacı olmayan büyük oyun alanı”nı okuyor.
Tunca Arslan’ın “Ofsaytta Yaşayanlar Paslaşıyor” başlıklı yazısı, Burcu Göknar’ın “Vefa” projesinden hareketle ve sanatçının sergisinden fotoğraflar eşliğinde kaleme alınmış, futbolun “parıltısız” ve vefalı yüzüne dair bir inceleme. Futbolun bir diğer yüzünü ele alan Doruk Yurdesin, mega futbol organizasyonlarının milyonlarca kişiyi evinden edip yersiz yurtsuz bıraktığına dikkat çekerek, ekranda futbolun keyfini çıkarırken, bunun milyonlarca insanın yaşamını nasıl etkilediğini bilmenin bir vicdan borcu olduğunu hatırlatıyor. Futbolu bir medeniyetler çatışması olarak ele alan Bartosz Weiss, rakip taraftar imgelerine odaklanıyor. Emre Sarıkuş da bugün “sanayi devrimini” yaşayan futbolun psikopatolojisine odaklanıyor. Ulaş Başar Gezgin’in “Gezgin Heyecan Kuramı”, yazarın anlatı kuramını futbola uyarlayarak, futbolun neden sanatsal etkinliklerden daha çok izleyici çektiğini açıklıyor.
Tan Morgül ve Turgut Yüksel’in futbol güzellemesiyle açtığımız dosyanın ikinci kısmı ise Dünya Kupası üzerine yazılardan oluşuyor. Vishanthie Sewpaul’un makalesi, Güney Afrika’nın 2010 Dünya Kupası’na evsahipliği yapmasının sosyoekonomik ve sosyopolitik sonuçlarına eğiliyor. Özgür Dirim Özkan, küreselleşen dünyada futbolun çekiciliğinin sırrını araştırırken, Barış Karacasu “Futbol Şarkılarının Dünü”nde Dünya Kupası’nın müzikli, resmi ve kısa bir tarihçesini çıkarıyor. Avrupa çapında 1997’den beri her yıl İtalya’da düzenlenen Mondiali Antirazzisti (Irkçılık Karşıtı Dünya Kupası) organizasyonuna 2009 yazında, Adana Demisporlularla birlikte katılan Yavuz Yıldırım Başka Bir Dünya Kupası izlenimlerini aktarıyor.

Futbol sayımız arzu ettiğimiz gibi Dünya Kupası’nın başına yetişmedi ama “ofsayta da düşmedik”...

Andrea Russotto

İtalya'nın yeni "Roberto Baggio"su olarak futbol kamuoyuna lanse edilen Andrea Russotto, Lazio genç takımı ve İtalya Genç Milli takımlarında top koşturduğu dönemlerde başkanlığını Lippi'nin oğlu Davide'nin yaptığı GEA World adlı İtalya'nın en büyük menajerlik şirketi tarafından "kıskaca" alınır ve futbolda önemli bir kariyer yapması için kendileriyle anlaşması gerektiği belirtilir. Genç futbolcu teklifi kabul etmez, o red ettikçe şirket üzerine daha fazla gelir ve Andrea çözümü ülkeden kaçıp, İsviçre'nin Bellinzona takımında futbol yaşantısına devam etmekte bulur. 16 yaşında Bellinzona'da futbol kariyerine başlayan Russotto, İtalya'nın Cisco Roma takımına kiralık gönderilir lakin orada sadece bir maç oynar. Aynı senenin yazında İtalya u-17 takımıyla Dünya Kupasında harikalar yaratır. 2005 senesinde 17 yaşındayken Seria A'ya yeni gelen Treviso'ya kiralanan Andrea, bu takımda dört maç oynamasına rağmen World Soccer dergisi tarafından geleceğin en iyi 50 futbolcusu arasında gösterilir. Treviso genç oyuncunun bonservisini almaz ama onu iki sezon daha kiralık olarak kadrosunda tutar, bu sırada Rusotto Genç Milli takımlarda adından söz ettirmeye devam etmektedir.

Ertesi sezon Napoli bu genç oyuncuyu kiralayıp, kadrosunda kendisine şans verir ama sene sonunda yine bonserivisi Bellinzona'dan alınmaz. Son olarak Crotone'de kiralık olarak forma giyen Russotto'nun İtalya'da tutunamamasının en büyük nedeni sorunlu olduğu menajerlik şirketine bağlanmakta...

Bir türlü Bellinzona'dan kopamayan Andrea Russotto'nun futbol yaşantısına değişik bir yön vermek adına CSKA bu oyuncuyu transfer edebilmek için İsviçre'ye seferberlik düzlenmiş bulunmakta. Takımın başına Pavel Dochev'i getiren kırmızı beyazlılar daha önce Bellinzona'da da forma giymiş İtalyan savunmacı Aquaro ve yine bir diğer İtalyan defans oyuncusu Grillo ile sözleşme imzaladıktan sonra Russotto'yu da kadrolarında görmek amacındalar... Eğer genç oyuncu ikna edilirse, Bulgar takımı adına heyecan verici bir transfer olacaktır "Yeni Roberto Baggio"'nun Bulgaristan'a getirilmesi...


Yıkıma Hayır

Çorlu Galatasaraylılar Derneğinden gelen bir mail, sizlerle paylaşmak istedim. Çorlu'da belediye tarafından belirli park alanları içinde yapılan ve taraftarlara verilen Galatasaray, Beşiktaş, Fenerbahçe ve Trabzonspor taraftar dernekleri binalarının usule aykırı olduğu gerekçesiyle yine belediye tarafından yıkım kararı alınmış, Trabzonlular derneği boşaltmışlardı. Takımlarına kilometrelerce uzakta olan taraftarların örgütlenmeleri adına dernekler önemli işlev görmekteler ve bu yürüyüşle beraber Çorlu Belediyesinde de söz konusu derneklerin ne kadar büyük kitlelere hitap ettiği konusunda farkındalık yaratıp, bir orta yol bulunacağını umut etmekteyim... Renklerimiz bizi ayırsa da, futbol sevgimiz bir araya getirebiliyor... Galatasaraylısı, Fenerlisi, Beşiktaşlısı, hatta Bursa, Trabzon, Sakaryalısı bu yürüyüşe destek verecektir.

Sevgili Galatasaraylılar,

Çorlu'nun 3 büyük derneği olan; Çorlu Galatasaraylılar Derneği, Çorlu Fenerbahçeliler Derneği, Çorlu Beşiktaşlılar Derneği'nin dernek merkezlerinin Çorlu Belediyesi tarafından yıkılmasına HAYIR demek için 09 Temmuz 2010 Cuma günü saat: 14.00'da Omurtak Caddesi Cumhuriyet Meydanı Eski Belediye önünden Yeni Belediye Binasına yürüyüş gerçekleşecektir.

Çorlu Galatasaraylılar Derneği , eski başkanlarımızdan Rahmetli Özhan Canaydın'ın büyük emeği ve katkısıyla açılmıştı.

Yürüyüşe ultrAslan olarak bizlerde diğer kulüp taraftarlarıyla birlikte hareket ederek katılacağız.

Duyarlı olan herkesin bu yürüyüşe katılmalarını bekliyoruz.

Tarih ve Saat : 09 Temmuz 2010 Cuma - 13.00

Yer: Omurtak Caddesi Cumhuriyet Meydanı Eski Belediye Önü Çorlu-Tekirdağ

8 Temmuz 2010 Perşembe

Lorik Cana Galatasaray'da

Beşiktaş Quaresma'yı, Fenerbahçe Stoch'u büyük reklamlar yaparak transfer ettikten sonra geçen yılın transfer şampiyonu Galatasaray'dan da yine sansasyonel transferler beklenirken, transfer sihirbazı Haldun Üstünel'in küstürülüp, devre dışı bırakılmasından sonra resmi site nöbetlerini de bu yaz aksattık doğal olarak. Yurt dışından yeni topçu beklerken, eldekilerin de satılması ile Galatasaray taraftarları arasında karamsar bir hava ortaya çıkmıştı. Oysa ki daha lig bitmeden Altay'dan Musa ve Kayserispor'dan Ali'ye imza attırılmış, transfer sezonu resmi olarak açılmadan da içerden iki kaliteli oyuncu-Serdar Özkan ve Mehmet Badtal- ile prensip anlaşması yapılmış ve sonrasında da bir çok kulubun kadrosunda görmek istediği Çağlar da sarı-kırımızılı kulube kazandırılmıştı. İç piyasada alınabilecek en "iş yapar" topçular alınmıştı ve sıra yabancı transferine gelmişti.
Geçen sezon şöhretli topçulardan dili yanan yönetim, bu sezon "nokta atışı" yapmaya yeltenmiş ve eksik bölgelere oyuncu getirmeyi planlamıştı. Gelecek futbolcunun CV'si pek tabii ki transferde önemlidir ama Jo ve Lincoln deneyimlerinden sonra futbolcunun karakteri ve Türkiye'ye uyumu da seçimde yabana atılmaz bir etken olmuştu. Blogta hep yazdığımız bir şey vardır, memleket kulüpleri balkanları asla ihmal etmemelidir, zira o bölgelerden gelecek topçular hem karakter olarak savaşçı ve disiplinli bir yapıya sahip olmaktalar, hem de kültür benzerliğinden dolayı bizim memlekete yabancılık çekmemektedirler...

Bu düşünceler ışığında Galatasaray'ın bugün transferini açıkladığı Lorik Cana'yı oldukça isabetli bir seçim olarak değerlendiriyorum. Futbol geçmişine kısaca bir göz atarsak, İsviçre'nin Lausanne takımından sonra PSG alt yapısında futbol yaşantısına başlayan Cana, daha sonra bu kulübün A takımına geçmiş, sonra da Marsilya takımında dört sene oynayıp, kaptanlığa kadar yükselmişti. 5 milyon pounda Sunderland'a Arnavut oyuncuyu transfer eden Steve Bruce "Marsilya'nın kaptanlığını yapan bir oyuncunun zaten ne karakteri ne futbol kariyerine bir şey söylemek olmaz. Sunderland adına fantastik bir imza" diyerek Arnavut oyuncuyu taraftarlarına tanıtırken, geçen sezon İngiliz kulübünde 31 maç oynayan Lorik Cana, "Avrupa Kupalarında oynamak ve aileme daha yakın olmak için Türkiye'ye gidiyorum" diyerek Galatasaray ile yaptığı sözleşmeyi Sunderland taraftarlarına açıklamıştı...

Kadrosunda Ayhan, Barış, Mehmet Topal ve Mustafa Sarp gibi defansif orta sahaların varlıklarına rağmen geçen sezon en sıkıntılı bölge olarak adlandırılan orta sahaya yabancı bir futbolcunun gelmesi gerektiği dilden dile dolaşırken, bu ismin Milan'dan Gattuso mu, Real Madrid'li Guti mi, Uruguay'lı Arevaro mu olacağı merak edilirken Cana ismi sürpriz olarak ortaya çıkıverdi. Oyuncunun görev yaptığı bölge olarak yerinde bir transferken, bir de kişilik olarak Galatasaray'a yararlı bir oyuncu olacaktır Lorik Cana. Oynadığı takımlarda liderlik özelliğinin yanında savaşan yapısıyla da taraftarların "bayrak adam" diye nitelendirdği Arnavut topçu, 2004, 2005 ve 2009 yıllarında memleketinde yılın futbolcusu seçilmişti. Defans ile orta saha arasındaki bölgede tecrübesi ve "kaybetmeye tahammülü olmayan" yapısıyla bu sene Cana'nın oldukça faydalı olacağını düşünüyorum ki Elano'nun takımda kalması durumunda Brezilyalı futbolcuyu geçen yıldan daha etkili bir performansla izleyebiliriz bu sezon...


Almanya:0-1:İspanya

Euro 2008'in finalinde İspanyollara 1-0 kaybeden Almanya, dün gece de aynı kadere baş eğdi ve finalin en güçlü adayı olarak gösterildiği turnuvada üçüncülük-dördüncülük maçı oynamaya mahkum edildi...

Belki de finalde karşılaşması gereken iki ekip turnuvanın fikstürü gereği yarı finalde rastlaşarak kupanın son maçı niteliğinde bir karşılaşma seyrettirdiler futbolseverlere. Buraya gelene kadar oyuna sakin başlayıp, topu sürekli kendi hakimiyetinde bulunduran Löw'ün takımı, rakibini uyuttuğu bir anda ölümcül darbeyi indirip, skor avantajını ele geçiriyordu, İngiltere'ye de bunu yaptı, Arjantin'e de, sonra da golleri sıraladı peşi sıra... İspanyollar da topla oynamayı sevip, bir kuyumcu edasıyla dikkatle ve sabırla "işledikten" sonra yapacakları oyunu, mutlaka arzuladıkları golü buluyorlardı. Aynı mantıktaki iki takımın mücadelesinde büyük turnuva tecrübesi daha fazla olan İspanyol orta sahası ağır basınca, bu kez Almanlar istemeye istemeye defans yapar gibi gözüktüler golü yedikleri 73. dakikaya kadar. Turnuvanın ilk karşılaşması hariç, oynadığı bütün maçlarda Torres ile başlayan Del Bosque, Löw'e sürpriz yapmış ve Liverpool'luyu yanında oturturken, Villa'yı ileri hücuma yönlendirip, Barcelona'nın genç yeteneği Pedro'yu kanada yollamıştı. Daha çok açık alanda başarılı olan Torres'in sağlam Alman defansı içinde pek iş beceremeyeceği düşüncesi haklı da çıktı İspanyol hocanın, zira onun yerine oynayan Villa, dar alanda çabuk hareketlerle pek de rahat ettirmedi panzerleri. Alonso, Xavi ve Iniesta'ya orta alanı kaptıran Almanlar, ellerinde top olmayınca Mesut ve Podolski ile de etkili olamadılar ve kendisinden gol beklediğim Klose'ye Casillas'ı alt etme fırsatı yaratamadılar. Aslında Almanlar adına pozisyonsuz geçen müsabakada hakem Viktor Kassai biraz daha yakından takip edebilseydi jabulani'yi, belki de soyunma odasına önde gidecekti Löw'un takımı cünkü Mesut'un son dakikada düşürülmesi bana göre penaltıyı gerektirirdi, lakin hakemin takdiri oyunun devam etmesi yönünde... Biz televizyon başında pozisyonu tartışırken, devrenin bitiş düdüğünün ardından hiç bir Alman oyuncunun hakeme itiraz etmemesi de "sahalarda görmek istediğimiz türden hareketlerdendi".

Devre dönüşü boğalar daha istekli başladı ve Alonso-Iniesta ikilisi ile iyice yüreklerini ağızlarına getirdiler Almanların, özellikle Iniesta'nın sıfırdan "kesişine" Villa'nın dokunamayışı vardı ki... Onların bu hamlelerine Löw'ün Kroos ve Jansen'i oyuna sokarak karşı hamlesi Kroos'un volesinde gol olsaydı Alman hocayı dahi yapacaktı ama Casillas gole izin vermedi ve pozisyonun dönüşünde İspanyolların kullandığı köşe vuruşunda Puyol skoru belirleyen golü "yazıverdi"...

Geriye düşen Almanlar, beraberlik için oyunu İspanya yarı sahasına yığmaya yeltendiler lakin karşılarında 6 Barcelonalı ve 3 Real Madridliden oluşan birbirini çok iyi tanıyan bir ekip olunca, bu istediklerini pek başaramadılar, Löw'un Gomez hamlesi de başarılı olmayınca, finale yükselen ekip İspanyollar oldu..
Aslında "doğaüstü" güçlere inananlar için maçtan önce finalistin adını ahtapot Paul bir gün önceden bilmişti. Turnuva boyunca Almanların oynadığı tüm maçları doğru tahmin eden Paul, dünkü maç öncesi de İspanya'nın galip geleceğini işaret etmişti. Düne kadar "hadi ya, olur mu öyle şey" deyip geçmiştim lakin televizyonda Almanya ve İspanya bayraklarıyla süslü kutulara atılan yemlerden İspanya bayraklı olanı seçmesini izleyip, maçı da Del Bosque'nin ekibinin kazandığını görünce hayretler içinde kaldım. Bir de Bosque'nin Almanların baskı kurmaya çalıştığı son dakikalarda Marchena'yı oyuna alması ile maçı İspanyolların iyice kazandığı garantilendi. Uğurlu Marchena, dün de kaybetmedi ve rekoru 55 maça çıkardı...

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Colman Forması

Gustavo Colman'ın Türkiye Kupasında Fenerbahçe'ye karşı oynarken giydiği forma TrabzonCell'in hepsiburada.com sitesi vasıtasıyla çıkardığı açık arttırmayla satışa sunulmuş... Formaya en yüksek teklif 955 tl ile şimdilik Samet Yılmaz tarafından verilmiş ve açık arttırmanın bitimine 1 gün 18 saat 40 dakika kalmış... Forma satışından elde edilen gelir Trabzon Erdoğdu Uygulama Okulu ve İş Eğitim Merkezine bağışlanacakmış... Bu artırmadan sonra Engin ve Umut'un formalarıyla, Alanzinho'nun kramponları ve Onur'un eldivenleri satışa çıkacakmış... Meraklıları arttırmayı burdan takip edebilirler... Colman'ın forması kaçtan gider bilmem ama eğer kupayı Fenerbahçe kazansaydı ve böyle bir arttırma olsaydı, oldukça astronomik fiyatlar görebilirdik...

Uruguay:2-3:Hollanda

Brezilya karşısında geriden gelip turnuvanın en büyük favorisini kupa dışında bırakan Hollanda, teknik-taktik yönüne bir de moral-motivasyon eklemişti ki yarı final maçı öncesi, "önemli oyuncularının cezalı ve sakat olmasından" dolayı kadro sıkıntısı çeken Uruguay karşısında maçın da favorisiydi... Normal şartlar altında portakallar finale yürüyecekti, ama Uruguay'ın onları çelmeleyebilme ihtimalini "futbol romantikleri" yine de beklemekteydiler...

Yarı final maçları olunca, televizyon başında finalistin belirleneceği maçı seyretmek için oturanlar ayrı bir heyecan ummaktalar ama bu turnuvada nedense çeyrek final maçları dışında nedense "uyku modunda" izlemekteyiz maçları... Bu karşılaşma da "monoton" başladı, Hollanda rakip yarı alana bol pas yaparak gelirken, Güney Amerikalılar Forlan'ı ilerde bırakmış, rakibini kendi alanında karşılar olmuşlardı... Bu oyun nasıl çözülecek diye beklerken, van Bronckhorst'un torunlarına anlatacağı vuruşu,Hollanda prens ve prensesini bütün protokol kurallarını unutturarak ayağa zıplatıyordu...
Golü ilk 20 dakikada bulan "portakallar", hedeflerine ulaşınca, tempoyu arttırmak yerine daha garanti oynamayı düşününce, oyun da yarı final heyecanından çıkmaya yüz tutuyordu. Golsüz beraberlikle belki de uzatmaları, hatta penaltıları düşünen Uruguay, kalesinde beklenmedik bir gol yedikten sonra rakibin üzerine gitmeye çalıştı ama Forlan ve Cavani, birbirini tamamlayan Hollanda savunması karşısında oldukça çaresiz kaldılar ve ancak uzaktan vuruşlarla gol şansı olacağı netleşmişti, lakin kalede de "selvi boylu" Stekelenburg vardı. Devreye önde gitme hesapları içindeki Hollandalılar da Jabulani kurbani oluyor, Forlan'ın bildiğimiz vuruşlarından daha zayıf vuruşu Hollandalı kaleciyi yanıltıyor ve Uruguay adına beraberlik golü geliyordu. Turnuva bu topla başladı ve maalesef kalan üç maçta da sahada Jabulani olacak ama umarım bundan sonra ne FIFA ne de UEFA hiç bir resmi organizasyonunda bu "plastik topu" kullanmaz, adidas zarar etse de eldeki topları az gelişmiş ülkelerdeki çocuklara dağıtarak futbolun yayılması adına sosyal bir proje yapabilir, hem de böyle bir felaketten kurtarır dünya futbolunu...

İkinci devre oyuna van der Vaart ile başlayan van Marvijk, işi erken bitirmeyi amaçlıyordu ama bahsettiğim "sıkıcı" oyunda golü ancak ofsayt kokan bir pozisyonda 70. dakikada bulabildiler. Sneijder, Brezilya maçında olduğu gibi yine vurdu, yine top savunmaya çarparak kaleciyi yanılttı ve Hollandalı da gene "şaşkın şaşkın" sevindi... Pozisyonda kaleciyi yanıltan van Persie'nin biraz ilerde olduğunu sanıyorum ama maçın orta hakemi ne kadar başarılıysa, yardımcıları o kadar kötüydüler dün gece, açılış düdğünü çalan Ravshan İrmatov büyük ihtimal onlar yüzünden final mücadelesinde tribün yer alacak...

Forlan ile hiç beklemedik bir gol bulup, maç öncesi planladıkları beraberliği kurtaran Uruguay'lılar, yedikleri bu golden sonra iyice oyundan düştüler ve bu şaşkınlık içinde de Robben'in golü gelince artık iki takım da eskilerin deyimiyle "maç bitse de duşlara atsak kendimizi" havasında oynamaya başladılar... Turuncu formalılar, final maçının havasına girmişken, mavililer ise "gücümüz bu kadar" deyip pes etmişlerdi... Herkes skora razıyken,Pereira'nın uzatmalarda attığı gol maça birden heyecan katıyor, 3 dakika uzaması gereken karşılaşma hakemin futbolseverlere "kıyağı" ile 5 dakikaya çıkıyor, Uruguay "belki de olur" diyerek sağlı sollu topu şişiriyor Sketelenburg'un kalesine ama ne futbolun ilahları ne de Jabulani onların yanında yer almayınca, finalistin adı Hollanda oluyordu...

Oyuncular karşılıklı forma değişimi yaparken, saha kenarında son sürat biri fırlıyor, hakemin üzerine saldırıyor ve centilmence geçen maçı lekeliyordu. Onun gazıyla bir kaç Uruguay'lı daha İrmatov'un etrafını kaplıyor, kupaya yakışmayan çirkin görüntüler sahneleniyordu... Provakatörün lakabı "bebek yüzlü katilken" isminin pek de önemi yok benim adıma...

6 Temmuz 2010 Salı

Güle Güle Popito



Sistem, teknik, taktik, zart zurt gibi futbolun ruhunu çalan etmenlerin arasında karanlık bir tüneldeki gün ışığı gibi doğmuştun Sami Yen'e... Attığın gollerden ziyade, gol sonrası taklaların, ki onu da yasaklamışlardı sana bir ara, verdiğin pastan çok rakibini "pazara yollaman" heyecanlandırmıştı bizi... Yumruk attın, oyundan atıldın, kendini attın, gol attın, her attığın unutulacak belki ama ya attığın bu taklalar...

Yolun açık olsun Abdul Kader Keita...

Sadu ve Apo ile Bahis

Sadu ve Apo ile bahis tahminlerine İngiltere-Almanya maçında siftah yapmıştık lakin maçın hakem, sadece İngilizleri yakmadı, bizim bahis kağıtlarını da buruşturup çöpe attırdı... Yarı final maçları öncesi yine başlayalım dedik tahminlere, kısmet umarım bizimle olur:

-Maç Sonucu Oyunu:
Uruguay-Hollanda: 2/ Oran.1.50
-İlk Golü Kim Atar?
Van Persie(Hollanda)/ Oran:4.50
-Kim Gol Atar?
Robben(Hollanda)/ Oran: 2.2

Bomba Kupon:
İlk Golü Kim Atar?
Van Persie (Hollanda) / Oran : 4.50
Son Golü Kim Atar?
Robben(Hollanda)/ Oran:6.00

Banko Kupon:
Uruguay-Hollanda:2/ Oran 1.50


5 Temmuz 2010 Pazartesi

"Dinamo" Meskenspor Şampiyon


Bursa'nın solcu semtlerinden Mesken'de oturan futbolseverlerin kurduğu Ertuğrulgazi Meskenspor, ikinci amatörde bu hafta oynadığı Alacahırkaspor maçında rakibiyle 1-1 berabere kalmasına rağmen ligin bitimine 1 hafta kala şampiyonluğu garantileyerek 1.Amatör Lige çıkma hakkı kazandı.
Sinema sanatçı Erkan Can'ın da aralarında bulunduğu eski futbolcular ve spor adamları, gectiğimiz yıl bir araya gelerek 12 Eylül darbesiyle kapatılan kulübü tekrar kurmuş ve amator liglerde faaliyetlerini sürdürmesine olanak sağlamışlardı. 1971 senesinde kurulan ve oynadığı futbolla Bursa'da büyük beğeni toplayan Meskenspor kulübü, o yıllarda Bursaspor'un Dinamo Kiev ile yaptığı maç sonrası, mahallenin de sol görüşlü olmasından dolayı "Dinamo Mesken" diye çağrılmaya başlanmış, darbenin yapıldığı dönemde de "milli değerlere açıktan saldırı" sebebiyle kapatılmış ve bir çok oyuncu ile yönetici çeşitli cezalara çarptırılmıştı...

Arjantin Eve Dönerken

Afrika'ya şampiyonluk ümidiyle gelip, yarı final görmeden Almanya'ya karşı 4-0 gibi tarihi bir mağlubiyet alarak evine dönen Arjantin'i ülkesinde taraftarları şampiyon gibi karşıladı. Tabii bu sevgide Maradona faktörünü de yabana atmamak lazım... Başka bir hocayla bu kadar erken turnuvadan elenen bir Arjantin'i bu kadar insan karşılamaya gelir miydi, tabii ki hayır...

4 Temmuz 2010 Pazar

İspanya'nın Totemi Sürüyor

Dünya Futbol şampiyonası başlamadan evvel İspanyol savunmacı Carlos Marchena'nın 50 maçlık yenilmezlik rekorundan bahsetmiş ve teknik direktör Del Bosque'nin kritik maçlarda Marchena'yı oyuna almasını önermiştik. Bu geceki Paraguay maçı golsüz devam ederken, maçın bitmesine beş dakika kala "uğurlu topçuyu" değişiklik beklerken saha kenarında görmemiz, Del Bosque'nin de toteme inandığını gösterdi bize.

İspanya'nın Suudi Arabistan'ı 3-2 yendiği maçta sahada yer alarak 50 maç milli forma ile yenilmezlik rekorunu eline geçiren Marchena, daha sonra İspanya'nın kazandığı Güney Kore (1-0) ve Polonya (6-0) hazırlık maçlarında da oynamış ve rekoru 52 maça çıkarmıştı. Güney Afrika'daki turnuvada oynadıkları ilk maçta Marchena'yı unutan boğalar, şok bir İsviçre mağlubiyeti yaşarken, sonraki maçlarda "yangında ilk kurtarılacak" misali hazırda bekletilen "uğurlu topçu", kritik Portekiz maçında oyuna dahil edilmiş ve İspanya çeyrek final vizesi almıştı. Bu gece de işler İspanyollar adına kötü giderken, saha kenarında gözükmesi bile Villa'nın gol atmasına yeterken, galibiyeti garantilemek adına Del Bosque, Marchena'yı Puyol'un yerine oyuna alırken, yenilmezlik rekoru da 54 maça çıkıyordu...

Paraguay:0-1:İspanya

Güney Amerikalılar büyük bir sükse yapıp çeyrek finale dört takımla kalınca "Acaba yarı finalde sadece Güney Amerika'lı takımlar izler miyiz?" sorusu pek çok futbolseverin kafasından geçmiştir. Brezilya favori, Arjantin Messi'li, Uruguay da tecrübesiz Gana ile oynarken, bu dörtlü içinde işi en zor olan Avrupa şampiyonu ile karşılaşacak olan Paraguay'du lakin bu gece şans biraz yanlarında olsa Arjantin ve Brezilya evine dönerken onlar ilk dördün içinde olacaklardı...

Şili'nin grup maçlarında İspanyollara yaptığı gibi, Paraguay teknik direktörü Martino da takımına rakip yarı alanda pres yapma emri vermişti maç öncesi ve oyuncular da bu taktiği öyle uyguladılar ki ilk 20 dakikada, kaleci Casillas'tan bile top çalacaklardı neredeyse. Tabii "deli danalar gibi koşarken" Şili'nin düştüğü tuzağa düşmüyorlar, Villar'ın önünde dört savunmacı sürekli sabit kalıyordu... Kendi yarı sahalarından itibaren baskı yiyen İspanyollar, top çevirerek Paraguay'ın üstüne gitmeye gayret gösteriyor ama orta sahayı geçtiklerinde karşılarında 5+4 futbolcudan oluşmuş iki katmanlı bir sete çarpıyorlardı... Gol atmasını beklediğimiz İspanyollar, rakiplerini açamazken, Paraguay takımı, Arjantinli hocasının taktik tahtasında maç öncesi anlattığı gibi golü de bir kontra atakla buluyor lakin turnuvaya damga vuran hakem hatalarından bir başkası da bu sefer Casillas lehine çalışıyor ve Güney Amerikalıların "buz" gibi golü geçersiz sayılıyordu...

İspanya'nın kalecisinden bahsetmişken, Casillas bir pozisyonda eliyle orta yuvarlağın ilerisine bir top yolladı ki, hemen aklıma bir zamanlar Galatasaray kalesini de koruyan Gintaras Stauce geldi. Litvanyalı kalecinin bırak elle top atmasını, ayakla yaptığı degajlar orta sahaya zor geliyordu...

İlk yarı başarıyla kalesini koruyan bir Paraguay ve onları pek zorlamayan bir İspanya seyrettikten sonra kalan 45 dakikada Del Bosque'nin oyuna müdahalesi sonrası daha heyecanlı bir maç izlemeyi bekliyorduk ki maçın hakemi Pique'nin Cardozo'yu ceza sahsında "yağlı güreşçi" misali çekmesine penaltı vererek bize büyük bir heyecanla izlenecek 4-5 dakikalık unutulmaz bir zaman dilimini de hazırlamış oluyordu. Paraguay, maç boyunca kullandığı ilk korner atışından penaltı kazanmışken, topun başına Cardozo geçiyordu, oysa bu ayak topunun yazılı olmayan bir kuralı der ki; "Hey hoca, penaltı yapılan oyuncuya attırma penaltıyı..." Arjantinli Gerardo Martino bu kuralı pek tabii ki biliyordu ama hurafelere inanmayınca, Cardozo'nun belki de hayatının bundan sonrasını cehenneme çevirecek bir vuruşu Casillas kurtarıyordu. Paraguay'lı futbolcu topa vurmadan ise ceza sahası içi İspanyol futbolcuların akınına uğrarken, hakem Carlos Batres bunu fark edemiyordu. Altın tepsiyle sunulan ikramı geri çevirmenin şakınlığındaki Paraguaylılar, ilk defa savunmayı eksik bırakıyorlar ve Alcaraz, gole giden Villa'yı yere indiriyordu. Bu defa ceza atışını kullananların rolü değişiyordu, cellat Alonso, idam mahkumu ise Villar'dı... Real Madrid'li topçu kaleci ters köşeye yatırıp sevinirken, hakem vuruştan evvel ceza sahasına giren oyuncuları bahane edip golü geçersiz sayıyordu. Tekrardan topu beyaz noktaya diken Xabi Alonso yine plase vuruyor ama bu sefer Paraguay'lı Villar doğru köşeye atlıyor, dönen topu kurtarmak için can havliyle de rakibinin ayağına "dalınca" hakem penaltı noktasını değil de korneri işaret ediyordu...

İki yanlış, iki kurtarış, iki kaçırış derken maç hala golsüz sürmekte ve Del Bosque'nin, Torres'i çıkarıp Fabregas'ı oyuna alıp saha içinde taktik değişiklik yapması ya da orta sahadan Alonso'yu eksiltip golcü Pedro ile forveti çeşitlemesi de işe yaramayınca, tecrübeli hoca turnuvadaki "en büyük! silahını" devreye sokmaya hazırlanıyordu... Marchena taç çizgisi kenarında oyuna girmeye hazırlanırken, Iniesta'nın Barcelona günlerini hatırlatır bir slalomla Paraguay ceza sahası önünde boş pozisyondaki Pedro'ya topu yuvarlması ve Jabulani'nin direkten dönip, Villa'nın vuruşunda bu sefer iki direğe de dokunup nazlana nazlana kale çizgisini geçmesiyle İspanyollar yarı finale cıkıyordu...
Maç sonu ise ülkesini yarı final sevinci yaşamaktan mahrum bıraktığını düşünüp, göz yaşlarına boğulan Cardozo'yu izlerken, Amerika 94'te kendi kalesine gol atan ve memlekete döndüğünde öldürülen Escobar gözümde canlanıyor, futbolun asla sadece futbol olmadığını bir kez daha hatırlarken, Claudio Morel'i yarın bizim spor basının hangi güzide kulübe yakıştıracağını da merak etmeden duramıyorum...

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Galatasaray Kadın Basketbol Takımı ve Transferler

Geçen günlerde Galatasaray Erken Basketbol takımını değerlendiren Gürkan, bugün de Kadın Basketbol takımındaki transferleri u/M blog okurları için yazmış... Buyurun bakalım:

Yağmurlu ve bir hayli de kışı hatırlatan bir Haziran ayından sonra Temmuz’un ilk günlerinde sıcak etkisini hissettiremeye başlamışken benim evde oturmam reva mı? Geçen günlerde, ayağım ilk burkulup “fibula”yı feda ettiğimi öğrendiğim gün facebook da “olsun basketbol için değer”diye bir yorumda bulunmuştum. Sanırım düşüncelerimi gözden geçirmeliyim. Artık sıkmaya başladı ne yalan söyleyeyim. Şu yazıyı yazmak için bile neredeyse 1 hafta beklemek zorunda kaldım. Artık iyileşiyorum diyorum ve şunu da ekliyorum. “Allah kimseyi zor durumda bırakmasın

Bu duygusal ve bir o kadar da ilgi bekleyen girişin ardından Dünya kupası değerlendirmemize geçelim. Brezilya nasıl girdi maça derken maçın sonunda kimse portakalların sevineceğini düşünmüyordu herhalde. Golün erken gelmesi maça heyecan kattı ama bunda Brezilya’nın rahat futbol anlayışı da etkili olmadı değil. Tamam tamam susuyorum. Ben bayan basketbolu hakkında yazacaktım. Ama son söz olarak şunu söyleyeyim. "Ah Be Gyan kaçar mı o penaltı!"

Dünya Kupası şu ara en çok gündemimizde olan şey taraflı tarafsız. Ben de bu yoğunluk arasında Erkek Basketbol takımımızdan sonra bir değişiklik olarak Bayan Basketbolunu kendimce sunayım diye düşünürken Sabri abi aklımı okumuş olacak ki “Gürkan bayan(pardon kadın) basketbolunu da yorumla bakalım” dedi. Ben de seve seve demiştim ama biraz gecikti bu ayağım yüzünden. Erkek basketbol takımımızı değerlendirirken bir atılımdan bahsetmiştik. Bu ölçüde gelecek düşünülerek bazı yatırımlar yapıldığını söyledik. Aynısı hatta kopyala-yapıştır sistemi Kadın basketbol takımımız için de geçerli.

Kadın basketbolumuz geçmişe bakıldığında bu kategoride en başarılı takım buna kimsenin bir sözü olamaz tabiî ki. Ancak son yıllarda çok kötü günler geçiren takımımızın son 2-3 yılda özellikle Cem Akdağ’ın ve yönetimin gayreti ile çok iyi yerlere geldi. Ancak sponsor desteği ve maddi imkanlar bunun bir ölçüde gerçekleşmesine neden oldu. Bu dönemdeki en önemli başarı da EuroCup şampiyonluğu. Fakat bunları kalıcı ve devamlı kılmak için bir adım atılması gerekiyordu ki yönetimimiz de bunu gerçekleştirme kararı aldı. Geçmişe fazla değinip şu şöyleydi bu böyleydi demek istemiyorum. Benim de eleştirdiğim birçok olay oldu ama onları bir ölçüde sineye çekmek gerekiyor artık. Destek olma zamanı ve biz de bu misyon çerçevesinde yeni yapılanmamıza destek olalım. Destek çerçevesinde ilk adım sponsor ihtiyacı anlamında oldu ki çok da iyi oldu. “Medical Park” grubu tüm branşlarında Galatasaray Spor Kulübü'nün sağlık hizmetlerini karşılayacak, Galatasaray Kadın Voleybol ve Basketbol branşlarının isim sponsoru olacak. Yani önümüzdeki 2 yıl (+2 yıl da opsiyon var) boyunca TBBL ve Aroma Bayanlar Voleybol 1. Ligi'nde takımlarımız, Galatasaray Medical Park ismiyle mücadele edecekler. Sponsor bulmak bu devirde gerçekten önemli meziyet. İsim hakkını verirken bu kurumlar ciddi anlamda da maddi bir kaynak yaratıyorlar. Bu bağlamda “Medical Park” grubunu kutlamak gerekir. Hem ismini duyuracak hem de “Acıbadem” grubuna spor alanında da rakip olacak.
Sponsor işi halledildikten sonra antrenör değişikliğine gitti yönetimimiz. Geçen sezon çok uzun uğraşlarla almıştık Zafer Kalaycıoğlu’nu ama ne oldu ne gitti bilemiyorum. Askerdeyken de takip edemedim zaten. Bu yüzden fazla yorum yapamayacağım. Ancak bu kadar uğraşın sonunda neden böyle oldu diyeceğim ama yukarıda fazla kurcalamayacağım demiştim. O yüzden susuyorum. Yeni antrenörümüz Ceyhun Yıldızoğlu oldu. Efsane Botaş'ı kuran, ardından Mersin'de son iki sezonda önemli işlere imza atan ve bu dönemde eş zamanlı olarak milli takım koçluğunu da yürüten Ceyhun Yıldızoğlu, artık Kadın basketbol takımımızı yönetecek. Yıldızoğlu son yıllarda bayan basketbolu’nun en önemli iki isminden biriydi. Onu Galatasaray çatısı altında görmek ciddi anlamda sevindirdi beni. Basketbola bakış açısı hep oyuncuyu geliştirmek üzerine kuruludur. Gençlere çok önem verir. Hiç beklemediğiniz bir anda takımın 17 yaşındaki oyuncusunu oyuna sokup hem ondan verim alır hem de onu zamanla bir yıldız adayı haline getirir. Belli bir basketbol anlayışı olsa da takımı kurduktan sonra asıl sistemi oturtur. Çünkü oyuncu eksenli bir koçtur. Takımın kendini geliştirmesi ile sistemini iyice oturtur ve sitemi bir anlamda oyuncular belirler. Bugüne kadar takımlarını hep bu şekilde yarattı ve başarılı oldu. Aynı başarıları Galatasaray Medical Park’ta da göstereceğine hiç şüphem yok. Basketbolumuzdaki bu ciddi atılımlar beni bir an önce sahalara dönmeye itiyor. (aman annem duymasın)

Antrenör değişikliğinden sonra sıra takımın yeni profiline gelmişti ki Ceyhun Yıldızoğlu ilk aşamada yerli ve yabancı neredeyse bütün takımı değiştirdi. Bu çerçevede takımda genç yıldız adaylarımız Yasemen, Gizem ve Melis ile takımımızın medar-ı iftiharı ve gönülden, yürekten (hatta damarlarında sarı rengin olduğunu da düşündüğüm) Galatasaray’lı Işıl Alben takımda kaldı. Takımımızın kaptanlığını yapan ve 30 yaşında olmasına rağmen hala gelişmeye açık olduğunu düşündüğüm Tuba Palazoğlu ile de sözleşme yeniledik. Ayrıca takımımızın sözleşmesi biten diğer oyuncusu genç yıldız adayımız Bahar Çağlar ile de sözleşme yenilendi. Yabancı kategorisinde ise Sophia Young ve Tamika Catchings dışındaki oyuncularımızla yolları ayırdık. (Tamika’nın durumu da belli değil)

İlk adımlar bu şekilde atıldıktan sonra transferde de ilk adım eski oyuncumuz Seimone Augustus ile Sylvia Fowles’ın alınmasıyla gerçekleşti. Augustus’u anlatmaya çok gerek yok aslında. Euro Cup şampiyonluğundaki rolü ve yürekten oyunu (Finaldeki sakat sakat oynamasını unutmamak lazım) hala hafızamızda.1 sezon oynamasına rağmen Işıl ile birlikte Galatasaray taraftarının en çok sevdiği oyuncu konumunda şu an. WNBA’in en değerli oyuncularından biri. Kendisinden geçen sene sakatlığı sebebiyle yararlanamamıştık ve yollarımız ayrılmıştı. Tekrar döndüğüne bir basketbol sever olarak çok sevindim. Kadınların basketbol oyun tarzı ve saha içindeki duruşları haliyle farklı. Ancak Augustus öyle değil. Saçlarını kesip, biraz makyaj yapıp erkek takımında oynatsak kimse anlamaz bayan olduğunu. Tabi yanlış anlaşılmasın basketbolu açısından böyle söylüyorum. Çok düzgün bir şut sitili ve istikrarlı bir şut ritmi var. Ritim tutturduğunda çok çılgınca işler yapabiliyor. Ayrıca en önemli özelliği kendi attığı kadar takım arkadaşlarını da görmesi ve takımı oynatma isteği bence. Bu açıdan çok büyük bir değer Augustus. Kritik anlarda da en güvenilir oyuncu diyebiliriz. Korkusuzca içeri dalabilen, dış şutlarda çok başarılı olan ve iyi savunma yapabilen bir oyuncu. WNBA’de 1. sıradan draft edilme, yılın çaylağı seçilme gibi apoletindeki başarıları da artı yönleri. İnşallah sezon içinde sağlık açısından bir sıkıntı yaşamaz da takımımızda bol bol izleriz kendisini.
Sylvia Fowles’ı ise WNBA’deki bazı maçlardan ve özellikle EuroCup şampiyonluğu sonrası geçen sezonun başında oynadığımız süper kupa maçından hatırlayacaktır izleyenler. Euroleague şampiyonu Spartak Moskova’nın pivotuydu o maçta Fowles. 2008 Pekin olimpiyatlarında takımının en skorer oyuncusu olarak da Amerikan tarihine adını yazdırdı. Pota altındaki sert ve mücadeleci oyunu ve ribauntlardaki üstünlüğü ile tam bir pivot standardında. Ayrıca hücumda da çok etkili olduğunu söylemekte yarar var. Oyuncumuz WNBA’de Chicago Sky takımında oynamaya devam ediyor. WNBA’de geride kalan 16 maçta 18,7 sayı, 8,8 ribaunt, 2,8 blok gibi muazzam bir ortalamayla oynuyor.(hatta son maçta 26 sayı 11 reb. 4 blok) Fowles, tüm oyuncular içinde blok kategorisinde birinci, sayı kategorisinde beşinci ve ribauntta da altıncı sırada. Ne kadar önemli bir oyuncu olduğunu anlatmaya istatistikler yetiyor aslında ve Sophia Young ile birlikte pota altını karartacaklarını düşünüyorum. Hatta geçtiğimiz sezon Fenerbahçe ile oynanan maçta 26 sayı 19 ribaunt 3 blokla oynadığını ve pota altını adeta kararttığını hatırlatalım. Yıllardır yumuşak karnımız olan pota altı sert ve mücadeleci bir oyuncuyla tanışmış oldu sonunda. Özellikle şutörleri ve antrenörleri çok rahatlatacağı kesin çünkü bire birde savunmak zor olacağı için ona gelen 2’li hatta 3’lü sıkıştırmalarda çok boş şut bulacaktır diğer oyuncular. Ayrıca pasör bir uzun olması da bu konudaki diğer artısı. 25 yaşında olması ve mücadeleci kimliği gelecekte takımımızın çok önemli bir parçası olacağı sinyallerini veriyor bize. Hayırlı olsun diyerek WNBA All-Star maçında yaptığı smaçla da hafızalara kazındığını belirtelim.

Genç yerli oyuncular ve tecrübeli yabancı oyuncularla kurulacağı yavaş yavaş belli olan takımımıza dahi olan bir diğer isim de Candice Wiggins oldu. Çok başarılı geçen kolej kariyerinden sonra (NCAA’de iki ayrı maçta 40 sayıyı geçebilen tek oyuncu ünvanı elindedir)2008 draftlarında Candace Parker ve Sylvia Fowles'ın gerisinde 3. sırada draft edildi. Minnesota Lynx tarafından seçilen Wiggins, WNBA kariyerini hala bu takımda sürdürüyor. Yani 3 sezondur Seimone Augustus ile takım arkadaşı. Bu WNBA sezonunda ve sonrasında Galatasaray Medical Park'ta beraber izleyeceğiz bu ikiliyi. Ayrıca bu durum Wiggins’in uyum sorununu aşmasında çok yardımcı olacaktır. Wiggins özellikle şutör gard pozisyonunda çok ihtiyacımız olan bir oyuncu ki bu konuda özellikle can yakıcı üçlükleri ile çok güvenilir bir seçenek olacak takımımızın hücumlarında. Tabi sakatlık durumu çok önemli çünkü WNBA’de bu sezon oynadığı 8. maçında sakatlanıp aşil tendonunu kopardı. Uzun bir tedavi süreci gerektiriyor bu meret sakatlık. O yüzden takım geleceği düşünüp Wiggins’i elinde mi tutar yoksa başka bir oyuncuya mı yönelir bilemiyoruz. Ancak çok faydalı olacaktı ve WNBA’e de çok iyi başlamıştı. Yazık oldu gerçekten. Son yıllarda bu sakatlıklardan çok çekti kadın takımımız.
Kadın takımımızdaki bir sonraki hamle Doneka Hodges ve Gülşah Gümüşay transferleri oldu. Doneka hakkında pek bir yorum yapamayacağım çünkü kendisini sadece Lynx’de birkaç maçta izlemiştim. Geçtiğimiz sezon da İstanbul Üniversitesi takımında oynuyordu. Bu sezon Ceyhun Yıldızoğlu takımında görmek istemiş bu oyun kurucu gardı. Ceyhun hoca bir ışık görmese katmazdı takıma deyip, başarılar dileyelim yeni transferimize ve Gülşah’a geçelim. Gülşah’ın adı uzun zamandır takımımızla anılıyordu zaten. Ancak Ceyhun Yıldızoğlu’nun takımımıza gelişiyle transfer kolaylaştı desek doğru olur sanırım. Çünkü onu bulan, yetiştiren ve yıldız adayı bir basketbolcu olmasında başrolü olan kişidir. Yeteneği ve fiziği gereği 3 numaralı pozisyonda oynasa da gerektiğinde 2 ve 4 numaralı pozisyonlarda da görev yapabiliyor. Botaş’ın geçen sezonki EuroCup başarısında ribauntlarda takım lideriydi Gülşah. En önemli özelliği ise dış şutları. Augustus ile birlikte Fowles’ın pota altı dominantlığı sırasında çok can yakacaktır. Bu yetenekleri ve iyi oyunu FIBA tarafından Avrupa’da 2009 Yılının En Başarılı Genç Kadın Oyuncusu Ödülü için aday gösterilmesini sağladı. Gülşah’ın da yolu açık olsun. İnşallah takımımız için “Işıl” gibi bir simge bir oyuncu olur ve biz hep onu Galatasaray’lı Gülşah olarak hatırlarız.

Bayan takımımızda şu ana kadar gerçekleşen transferlerimiz bu şekilde oldu. Ben de nacizane sizlere değerlendirmeye çalıştım. Transferlerimizin hepsinin Erkek basketbol takımımızda olduğu gibi “Gelecek” planlaması çerçevesinde olduğunu hatırlatmakta fayda görüyorum. Erkek takımımız için şampiyonluk beklemeyin demiştim ancak Kadın takımımız için şampiyonluk adayı diyebilirim şimdiden. Şu ana kadar oluşturulan kadro şampiyon potansiyeline sahip. Un ve şeker hazır. Taraftar da ateş olarak destek verirse (geçen sezon olduğu gibi) şampiyonluk neden olmasın derim. Ceyhun hoca da bu takımdan mutlaka bir helva ortaya çıkaracaktır. Daha sonra ise asıl hedef olan Avrupa başarısı kalıcı bir şekilde sağlanacaktır. Transferlerimiz de devam edecektir muhakkak. Hatta şu ara blog aleminde iki genç oyuncu Ceyda Kozluca ve Melek Bilge’nin isimleri geçiyor ama resmi kanallardan açıklama yapıldıktan sonra değerlendiririz. Başarılarla dolu, şampiyonlukla taçlandırılmış bir sezon diliyorum takımımıza. Herkese iyi tatiller…

Blog Widget by LinkWithin