13 Mayıs 2020 Çarşamba

Penaltıya İsim Veren Adam


Antonin Panenka'ya telefon ettiğinizde, karşı taraftan cevap gelene kadar hep alışık olduğumuz "biip" sesi yerine hiç beklemediğiniz bir sınavla karşılanıyorsunuz. Ciddi bir ses tonuyla size :"En bilinen bıyıklı Çek futbolcu kimdir?" diye bir soru soruluyor ve seçenekler sıralanıyor:
a) Antonin Panacek (oyuncak)
b) Antonin Panenka
c) Antonin Panic ( bakire )"

Daha siz cevap vermeden, aynı ses devam ediyor "Yanlış cevap. Bu kadar düşük zekayla akıllı telefon kullanmamalısınız."

Bu şaka 30 saniye kadar sürüyor ve çoğunlukla da tamamını duyma şansınız oluyor zira Panenka telefonu çoğunlukla çabuk açmıyor. Daha da açık sözlü olursak, Panenka genelde telefonu açmaya tenezzül bile etmiyor. Bütün bunlar 1976 Avrupa Şampiyonası finalinde penaltı atışında topu altına hafifçe bir dokunuşla yükseltip, kalecinin üstünden ağlara yollamasıyla tanınan adam hakkında çok fazla şey anlatıyor aslında. Bir çok futbolcu telefonuna özel zil sesi ayarlamakla uğraşmazken, 63 yaşındaki Panenka'ya telefonla ulaşmakta zorluk çekmemiz bile onun emeklilik günlerini koltukta oturup hatıraları yad ederek, telefonun çalmasını beklemekle geçirmediğini gösteriyor. Kendisiyle çiftler tenis turnuvası maçında buluştum. Kalçasındaki problemden dolayı sekiyordu, kortta çok da hızlı değildi ama ellerine oldukça hakimdi ve bir zamanlar attığı penaltılar ve serbest vuruşlarla kalecileri "bozguna uğrattığı" gibi rakiplerini teniste de zorluyordu. Maçlar arasında kendisinin uzun kariyeri hakkında konuşma fırsatı buldum.

K: İsminiz her zaman 1976 Avrupa Şampiyonası finalinde atmış olduğunuz penaltı atışıyla anılıyor. Bunun bir lütuf mü yoksa lanet mi olduğunu mu düşünüyorsunuz?
A: İkisinin arasında bir şey. Açıkçası, penaltıdan dolayı hem mutluyum, hem de gururluyum. Fakat öte yandan Panenka adını duyan herkesin aklına penaltı geliyor. Futboldaki düsturum :"Taraftarı ve kendini eğlendirmek için oyna".  Barlarda ve diğer mekanlarda insanların benim hareketlerim ve gollerim hakkında konuşmalarını isterdim. Bütün kariyerim boyunca bunu başarmak için uğraştım ama penaltı hepsini gölgede bıraktı. Bu sebeple penaltıyla gurur duyuyorum ama dediğim gibi lütuf mu yoksa lanet mi olduğu hakkında biraz da kararsızım.

K: Fakat penaltıyla ilgili sorulardan rahatsızlık duymuyorsunuz?
A: Kesinlikle hayır. O meşhur penaltıyı belki de bininci defa anlatacağım ama işin parçası bu, buna alışmak zorundasınız. İstesem de istemesem de atmış olduğum penaltı futbol tarihine ve kariyerime geçti ve ben anılarımı ve duygularımı anlatmaya açık bir insanım. Benim gibi penaltı atarak yaptığımı taklit edenlerin var olduğunu gördükçe, bu meşhur penaltının unutulmadığını bilmek beni sevindiriyor. Ve maç anlatan spikerin "Panenka penaltısı" dediğini duyduğumda müthiş mutlu oluyorum. 35 sene evveldi ama çocuklar bile o vuruşu biliyorlar. Üçüncü nesle bile ulaştık."

K: Bir futbolcunun Panenka penaltısı denediğini gördüğünüzde ne hissediyorsunuz?
A: Mutlu oluyorum ama sadece denemeyle olacak bir şey değil. Çok kolay da değil. İki yıl boyunca o vuruşu yapabilmek için çok çalıştım. Olay penaltıda topu kalenin ortasına vurmak değil sadece çünkü aynı zamanda büyük de bir risk alıyorsunuz. Antrenmanlarda oldukça çok çalışmalısınız bu vuruşu.

K: Sizin favori Panenkanız hangisi?
A: Zinedine Zidane ya da Thierry Henry'nin atmış olduğu penaltı. Penaltının hala inanılmaz derece başarıya sahip olduğunu düşünüyorum. Belki 35 defa bu "dokunuşu" yaptım ve sadece bir kez kaçırdım. Daha önceleri penaltıları normal şekilde atıyordum ve çokça da kaçırıyordum. Bu vuruş hala büyük bir silah.

K: Andrea Pirlo ve Sergio Ramos'un Panenka penaltısı atmasıyla sizin vuruşunuz Euro 2012'nin en çok konuşulan konuları arasına girdi? Bunu deneyeceklerini hiç düşündün mü?
A: Kimsenin böyle bir şeyi beklediğini düşünmüyorum ama açıkça beni mutlu da etti. Ve yıllarca benim söylediklerimi de haklı çıkardı: Bu vuruş gerçekten büyük bir silah. Eğer uygun zamanlama ve iyi bir dokunuşla vuruşu yapabilirsen, başarı şansın %100. Penaltı atışları esnasında tüm kalecileri izliyorum ve hiç biri kalenin ortasında beklemiyor.

K: Pirlo'nun penaltısı sonrası size ulaşmanın zor olduğunu biliyorum, telefonunuz oldukça meşgul olmalı. Kaç adet röportaj yaptınız o dönemde?
A: Sayıyı hatırlamıyorum ama sabahtan akşama tüm gün telefondaydım. Yıllar sonra Almancamı tazeledim çünkü Arjantin, İspanya, Avusturya, İtalya ve Fransa gibi futbolla yatıp kalkan ülkelerden telefonlar aldım. Çılgıncaydı. Gazetecilerin o vuruşu Panenka penaltısı diye anlatmaları çok hoştu. İngiltere'de bile bu penaltıdan bahsetseler, birini hatırlayacaklardır. (Gülüyor)

K: İki penaltıdan hangisini daha çok beğendin?
A: Pirlo daha iyi bir vuruş yaptı. Onun penaltısı benimkine çok benziyordu, Ramos biraz daha yükseğe attı ama bir defans oyuncusu olması sebebiyle onun böyle bir işe kalkışması da şaşırtıcıydı. Lakin, açık olan bir şey var ki, her iki topçu da bu vuruşu önceden çalışmışlar, yaptıkları şans değildi yani.

K: Penaltı atmanın sırrını nasıl açıklarsınız?
A: Penaltı her zaman atıcı ile tutucu arasında bir savaştır - sinirlerine en fazla kim hakim olabilecek? Hiç bir kaleci kalenin ortasında durmaz - bütün stratejimi buna bağlamıştım. Kaleci bekler ve ben ayağımı topa temas ettiğimde, o herhangi bir köşeyi seçerek atlar. Topu hafifçe kaldırdığımda rakibim artık hareket halindedir ve geriye dönemez. Öte yandan eğer sert bir vuruş yaparsam, kaleci ani bir refleksle kurtarış yapabilir. Bu yüzden ben topu havaya yumuşakça vuruyorum. Biraz zaman alıyor ama kalecinin geri dönme şansı olmuyor.

K: Kolay gibi gözüküyor?
A: Ama değil. Normal bir penaltı atacağın konusunda kaleciyi ikna etmelisin ve her zaman bunu ya bakışlarınla ya da hareketlerinle yapmayı denemelisin. Ben, nereye istersem, kaleciyi oraya yollamayı başarırdım.

K: İlk denemelerinizde başarılı olduğunuzu anlıyorum da daha sonraları kaleciler sizden şüphelenmedi mi?
A: Avrupa Şampiyonasından bir kaç hafta evvel Dukla Prag'la oynuyorduk. Milli takımdan arkadaşım olan rakip kaleci İvo Viktor, benim bu tarz penaltı atacağımı biliyordu. Ama kalenin ortasında ayaklarının üstünde kalmadı çünkü bir kaleci için köşeye atlamadan sabit kalmak zordur, eğer bir tarafa atlamazsan ve golü yersen, hiç bir çaba göstermediğin için tepkileri üzerine çekersin.

K: Ne kadar çalıştın bu penaltı için?
A: Yaklaşık olarak iki sene. Her idmandan sonra kalecimiz Zdenek Hruska'yı kaleye geçirirdim. Penaltılarda çok başarılıydı, beni bir çok kez yendi ve ona iddialardan çok para kaybettim. Onu alt etmek için ne yapabilirim diye düşünüyordum. Ve ilk aklıma gelen bu vuruş oldu. Bununla birlikte, her gün penaltı atışı çalışıyordum. Zaten haftada bir ya da iki gün denemiş olsaydım, bu vuruşu asla geliştiremezdim.

K: Peki hocalarınızın tepkileri nasıldı?
A: Onlar kararı bana bırakmışlardı. Benim nasıl atacağımı biliyorlardı. Ama bunun gazetelerde fazla yazılmamış olması ve Sepp Maier'in benim takımım Bohemians 1905'in maçlarına gelmemiş olması işin güzel tarafıydı. (Gülüyor)

K: Belgrad'daki finalde penaltıyı atarken, bu sizin ilk denemelerinizden biri miydi yoksa sonrakilerden miydi?
A: Onuncu, belki de ondan daha öncekilerden biri de olabilir.

K: Fakat takım arkadaşlarınız size pek güvenmiyordu, kaleci Ivo Viktor çok da mutlu değildi...
A: Bu doğru. Şampiyona boyunca onunla aynı odayı paylaşıyordum ve bu vuruşun oldukça riskli olduğunu, denemem halinde beni odaya almayacağını söyledi, ama en sonunda yine de odanın kapısını açmıştı...

K: Eğer kaçırmış olsaydınız, başınıza gelecekler hakkında sonrasında hiç düşündünüz mü?
A: Yetenekli bir tornacıyım ve ÇKD'de ( Prag'taki en büyük makine fabrikalarından biri) 30 yıllık bir tecrübeye sahip olurdum diye şakalar yapıyordum. Bilemiyorum, belki kariyerim biterdi. Sistemle "kafa bulduğumu" düşündükleri için beni cezalandıracaklarını duymuştum bir ara.  Belki toplum düşmanı gibi algılanacaktım ve bir yerde kaloriferci olarak çalışacaktım.

K: O yüzden kaçırmayacağınızdan emindiniz?
A: Yüzde bin. (Gülüyor) Belki de turnuva boyunca yaşadığımız coşkuyla ilgi bir şeydir bu özgüven. Turnuva öncesi kimse bize şans vermiyordu, finalde kaybetmiş olsaydık bile, Çekoslovakya dönüşünde insanların bizi saygıyla selamlayacağını biliyorduk. Baskı altında olan taraf Almanlardı.


K: Atmış olduğunuz penaltıdan dolayı Sepp Maier'in sizinle uzun yıllar konuşmadığı doğru mu?
A: Adımı duyduğunda pek olumlu tepki vermediği doğru. Bir çok batılı gazeteci onunla dalga geçtiğimi yazdı o günlerde ama doğru değildi. Penaltıyı gole çevirmenin en kolay yolu olarak görmüştüm vuruşumu. Peki problem neydi? Problem, beni kimse tanımazken, onun dünyanın en iyi kalecilerinden birisi olmasıydı. Onun için kabullenmek pek de kolay olmadı.

K: Belgrad'tan 35 yıl sonra geçen yıl Prag'da buluştunuz. Maier bunu kabul etti mi?
A: Evet, bir sıkıntı yok. Golf oynadık ve bira içtik.

K: Futbolun çok daha endüstriyelleştiği finalden 30 sene sonra bu "unutulmaz penaltı vuruşunu" yapmış olsaydın, ne kadar çok kazanacağını hiç düşündün mü?
A: Açıkça galibiyetten ve penaltıdan çok fazla karlı çıkacaktık, şüphesiz ki pazarlama günümüzde tamamen farklı boyutlarda. Oysa, o sene ülkeye dönüşümüzde ayaklarımızın yere sağlam basması konusunda tembihlendik. Günümüzde olmuş olsaydı o "unutulmaz an",  çok daha fazla ticarileşebilirdi. Daha fazla kazanabilir ve hayatlarımız daha kolay olabilirdi.

K: Avrupa Şampiyonu olduğunuzda ne  kadar kazandınız?
A: 16.000 koruna, yaklaşık olarak 530 Sterlin. Tabii, Almanlar çok daha fazlasını kazanacaktı. Fakat her şey parayla ilgili değil - manevi değeri çok daha fazlaydı.

K: Final maçıyla ilgili anılarınız nelerdir? 2-0 öne geçtiniz ama Almanlar beraberliği yakaladı.
A: Yarı final maçında da Almanların 2-0'dan geri geldiklerini biliyorduk. Kararlılık onların karakterinde var. Neredeyse son dakikaya kadar maçı önde götürdük ama tuhaf bir korner atışından beraberlik golünü yedik. Benim için iyi oldu aslında, yoksa penaltımı atamayacaktım...

K: Takım Belgrad'da niye başarılıydı?
A: Bu sorunun cevabı, biz mükemmel bir harmoniydik. Bütün futbolcular topla iyiydi ama değişik özelliklere sahiptiler: savaşçı olanlar, Pivarnik gibi hızlı gençler, Ondrus gibi "gaz verenler", Moder ya da benim gibi teknik oyuncular. Ve harika golcüler: Nehoda ve Masny. Turnuva öncesi pek konuşulmadı ama biz hazırlık döneminde iyi sonuçlar almıştık. Doğu Avrupa'dan bir takım olunca, sizi pek ciddiye almıyorlar maalesef.

K: Çekoslovakya döneminde bazen takımdaki Çek ve Slovak oyuncular arasında problemler oluyordu. Teknik direktörler bir gruptan fazla oyuncuyu kadroya almamak konusunda dikkatli davranıyorlardı. Buna rağmen sadece siz, Nehoda, Viktor ve Vesely 76 yılındaki Çekoslovakya milli takımının dört Çek oyuncusuydunuz. Bu neden problem olmadı?
A: Takımın ruhu ve havası müthişti. Önceki milli takımlarda bazı zıtlaşmaların olduğunu hatırlıyorum. Bunu bir problem olarak adlandıramam ama mesela yemek yerken, Slovak oyuncular bir masadaydı, Çekler başka. Taktik idmanlarda da durum farklı değildi. Önce Slovaklar için yapılıyordu, sonra Çekler için. Açıkça, bu yakışık olmayan bir durumdu. Ama bizim takımımızda sorun yoktu, hepimiz birdik ve bizi bir araya getiren kaptanımız Tonda Ondrus olmuştu. Onunla çok eğlenceli vakit geçirdik. Ve unutmamak gerekir, çok iyi hocalarımız vardı: Vaclav Jezek ve Jozef Venglos.


K: Final maçını kazandığınızda, bir çok takım arkadaşınız madalyalarını almaya Almanya ulusal takım formasıyla gitti. Komünist rejim yetkilileriyle bir sıkıntı yaşadınız mı?
A: Benim dışımda tüm oyuncuların forma değiştirmesi ve insanların bana vatansever demesi oldukça komikti. Ama bunun sebebi tamamen farklıydı. Ben son penaltıyı atarken diğer takım arkadaşlarım formaları çok önce değiştiği için bana zaman kalmamıştı. Ama kupa töreninden sonra ben de birini bulup forma değiştirdim. (Gülüyor)

K: Komünist rejim döneminde futbolcuların hayatı nasıldı?
A: Normal. Biz politikayla ilgilenmezdik. Profesyonel diye adlandırılıyorduk ama tek avantajımız işe gitmiyor olmamızdı. Tabii ki meşhurduk ve herkes gibi muz ya da portakal sırasında beklemiyorduk, bir çok kişiden fazla kazanıyorduk ama bugünden çok bir farkı yoktu hayatımızın.

K: Ne kadar kazanıyordun o vakitlerde?
A: 30 yaşındaydım, iki çocuk sahibiydim ve ayda 2300 koruna (yaklaşık olarak 80 sterlin) kazanıyordum. Eğer maçları kazanırsak 1200 ile 1600 koruna arası prim de kazanabiliyorduk. Hepsini toplarsak, bir çok vatandaş 2000-2500 koruna arası kazanırken ben yaklaşık olarak 4000 kazanıyordum.

K: Futbolcu olmanın en büyük avantajlarından biri sıradan insanlar sadece Sosyalist blok ülkelerini ziyaret edebilirken, sizin yabancı ülkelere seyahat edebilmeniz.
A: Futbol sayesinde bütün dünyayı gezdim. Dukla Prag kadar tanınmış değildik ama Amerika'dan iki davet aldık. Bohemians için tarihi bir andı: Honduras, Haiti ya da Nikaragua'da oynayan ilk Çek takımıydık. Muhteşem bir tecrübeydi.

K: Seyahatler genelde iki-üç hafta sürerdi. Neler yapardınız?
A: Bir kere Noelde orada kaldığımızı hatırlıyorum. Kolombiya'daydık. Çek asıllı Amerikalı bir iş adamı bizi kendi evine Noel yemeğine davet etti. Takımda aşçı çırağı olarak çalışmış bir arkadaşımız vardı ve bize svickova (Geleneksel sosla sunulan fırında pişirilmiş sığır bifteği) ve meyveli börek yapmıştı. Meyveli börekleri küvette hazırladık, koskoca bir boğa satın aldık ve onu bahçede pişirdik. 30 derece sıcaklıkta bir Noel yaşamamıştık daha önce.

K: Sizin eski takım arkadaşlarınızdan Karol Dobias daha önce yaptığım bir röportajda yurt dışında satıp, para kazanmak için Çekoslovak takımların yanlarında kristal hatıra eşyalar ya da ülkeye ait cam eşyalar götürdüğünden bahsetmişti.
A: Problem şuydu ki biz yurt dışına giderken, para almıyorduk. O yüzden seyahatlerimizi daha rahat yapıp, ailelerimize hatıralık hediyeler almak için biz de satabileceğimiz bir şeyler götürüyorduk yanımızda. Havai'de halkın da paraları olmadığı için değiş tokuş yaptığımızı hatırlıyorum. Bu nedenle onların harika ahşap el yapımı hediyelikler karşılığında onlara t-shirt, şort ya da spor ayakkabı veriyorduk. Bir oyuncunun bandajla bile değiş tokuş yaptığını hatırlıyorum. Hatta bir yolculuk öncesi altı kollu kristal bir avize aldık ama onu uçağa sokmakta problem yaşadık. Bu nedenle onu küçük parçalara ayırmak zorunda kaldık ama tekrar onu kurmaya çalıştığımızda bir türlü beceremedik. En sonunda beş kollu bir avize yaptık ve yedek parçayla onu sattık.

K: Pek çok oyuncunun böyle ilginç deneyimleri yoktur.
A: Evet, yolculuklar oldukça ilginçti. Bir kere şatoda kaldık, bir keresinde çatısız odalarda uyuduk. Martinik'te miydi, Guadelope'ta mıydı hatırlamıyorum da şehrin dışındaki çocuklarla ilgili bir çalışma için bizi "doğadaki okula" götürdüler. Ormandaki sesleri duyabiliyorduk, takımın yarısı korkmuştu. Odalarımızda koşuşturan kertenkeleler vardı, çoğumuz bu ortamda uymak istemedi ama yine de mutluyduk çünkü kertenkeleler zehirli örümcekleri yakalıyorlardı.

K: 32 yaşındayken Rapid Vien'e gitmek için Bohemians'ı bıraktınız. Niye onları seçtin?
A: Komünist yetkililer 32 yaşında ve 50den fazla milli takımda oynamış futbolcuların yurt dışında top koşturmasına izin veriyordu. Belçika'dan da teklif aldım ama onların teklifi 32 yaşıma girmeden 2 ay önceydi. Sonra İspanya, İsveç, Belçika ve Avusturya'dan teklifler de geldi. Eğer sadece parayı düşünseydim, İspanyol Murcia'dan gelen teklifi kabul ederdim ama 32 yaşında İspanya'ya gitmek ve küme düşmeme mücadelesi veren takımda oynamak kolay değildi. Rapid'de forma giyen Frantisek Vesely ve Pepi Bican'dan takımları hakkında iyi şeyler duymuştum ve Avusturyalılardan gelen teklif benim için iyi cazipti, şikayet edemem. Aralarından biri gibi davrandılar bana ve hala orada iyi bir şöhretim var, belki Çek Cumhuriyetinde olduğundan fazla.

K: Everton'a karşı 1985 yılı  Kupa Galipleri Kupasını finalde kaybettiniz. Kötü giden neydi?
A: Dizimdeki problemlerden dolayı maça başlayamadım. Maçtan önce hocayla bir konuşma yaptık ve beni son yarım saatte oyuna almaya söz verdi. Uluslararası futbolcularla dolu Everton takımıyla mücadele edemedik, 3-1lik mağlubiyete rağmen, maçı seyredenlerin gözünde iyi bir intibah oluşturmuştuk.

K: Penaltıları bir yana bırakırsak, sizin serbest vuruşlarınız da meşhur. Serbest vuruştan kaç gol attığınızı hatırlıyor musunuz?
A: Bohemians'ta 70ten fazla gol attım ve bunların yarısı serbest vuruştu. Rapid için de oran üç aşağı beş yukarı aynı. Bunu başarmak için yetenekli olmalısınız ama yetenek tek başına da yetmiyor. 15-19 yaşlarım arasında serbest vuruşlara acayip çok çalışıyordum. Bizden daha uzun, güçlü ve hızlı büyük çocuklara karşı sokakta ya da parkta maç yapıyorduk, bu yüzden hem maçlarda oynayıp, hem de teknik yeteneklerimi göstermek için bir yol bulmalıydım. Serbest atışlarımı barajın üstünden atıyordum ve bazı kaleciler beni şaşırtmak için baraj kurdurmuyordu ama ben de salak değildim, takım arkadaşlarıma baraj yapmalarını söylüyordum. Topu barajın üzerinden aşırtıyordum ve bu da hikayenin sonu oluyordu. (Gülüyor)

K: Futbolu bıraktıktan sonra teknik direktörlük yapmadınız, sadece kısa bir süre yardımcı antrenör oldunuz. Neden?
A: Öyle bir hırsım yok. Eğer bir şeyi yapmak isterseniz, o konu hakkında yetenekli olmalısınız. Teknik direktör olmak için takımla iyi iletişim içinde olup, hem sert hem de titiz olmalısınız. Ben ise daha çok oyuncularla arkadaş olmayı yeğlerdim ama bu meslek için yanlış bir tavırdı. Futbolcular böyle şeyleri takdir etmeyeceklerdir.

K: Ama yine de futbolla iç içe oldunuz ve bir kaç sene evvel Bohemians'ı yok olmaktan kurtarmak isteyen taraftarlara yardımcı oldunuz.
A: Bohemians iflas etmişti ve taraftarlar benden kulübü kurtarmak için geliştirdikleri projeye katılmamı istediler. Hala büyük problemleri olmasına rağmen, Bohemians'ın varlığını sürdürdüğü için çok mutluyum.

K: Onursal başkansınız. Sorumluluklarınız neler?
A: Benim görevim yönetmekten ziyade temsil etmektir. Kulübün sponsorlar, basın ve diğer iş ortaklarıyla olan ilişkilerinden sorumluyum ve takımın imajını daha da geliştirmeye çalışıyorum. İngilizler bunun için güzel bir kelime bulmuşlar: Elçi. Bobby Charlton'ın Manchester United ya da Eusebio'nun Benfica için yaptığı elçilik gibi bir iş benimkisi de...

K: Penaltınız dışında, bıyığınızla da ünlüsünüz. Onu tıraş etmeyi hiç düşündünüz mü?
A: Asla. Bir teklif bekliyorum ve birileri bana milyon verirse, hiç vakit kaybetmeden bıyığımı tıraş ederim. (Gülüyor)


Bu röportaj Karel Haring tarafından The Blizzard dergisi için yapılmış olup, söz konusu dergiden tercüme edilmiştir.

Hiç yorum yok:

Blog Widget by LinkWithin