28 Ekim 2017 Cumartesi

Sekizin Hikayesi


Futbolun hiç kuşkusuz "starları" Maradona, Pele, Hagi, SocratesZidane gibi 10 numaralardır da bazen Lev Yashin, Dassaev, Dino Zoff, Higuita gibi kaleciler yaptıkları efsanevi kurtarışlarla "esas oğlanlardan"rol çalmasını bilir. Rüzgarın oğulları Metin Tekin, Caniggia gibi kanat oyuncuları da sıklıkla yer edinir futbolseverlerin kalplerinde, tıpkı Beckenbauer gibi bir zamanların "sarkık liberoları" gibi. Ama 8 numaralar çok nadiren ön plana çıkarlar, isimleri pek bilinmez zira gölgesinde kalır onlar 10 numaralı "jönlerin." Ama vakit gelir, bir gözükürler pir gözükürler, tarihe adları öyle bir yazılır ki, nesiller boyunca bahsettirirler o efsane "anlardan". Mesela, Prekazi'yi kim unutabilir ki Monaco ağlarını sarsttığı füzesiyle beraber. Lakin benim futbol zihnim 8 numaraları yeşil forma beyaz şortlu kısa bir adamın kafayla İngiltere ağlarını sarsmasını hatırlayacak kadar geriye gidiyor. 88 senesi İnstagram'ın, Twitter'ın Facebook'un, hatta internetin olmadığı dönemlerde yeni çıkmış renkli televizyondan izlediğimiz Almanya'da düzenlenen Avrupa Şampiyonasında Gullit'e, van Basten'e, Dassaev'e, Belanov'a kaptırırken mahalle arkadaşlarımız yüreklerini, Ray Houghton oluyordum boş arsadaki maçlarda tükenmez kalemle beyaz fanilamın sırtına yazdığım 8 rakamıyla... 6.dakikada İngiltere kalecisi Shilton'a attığı golle İrlanda futbol tarihini değiştirmişmiş bizim "ufaklık", o kadar tarih bilgimiz yoktu da, saha içi mücadelesi, "kibar" ayak içi paslarıydı beni kendisine aşık eden...

1988 Avrupa Futbol Şampiyonasına katılırken, İngiltere'nin teknik direktörü Bobby Robson oldukça iddalı demeçler veriyordu. "Son altı yılın en iyi takımıyla geliyoruz Almanya'ya ve iki senedir bu maça hazırlanıyoruz" diyordu kurt teknik adam. Futbolun mucitleri 1966'daki "tartışmalı" Dünya Kupası zaferi dışında memleketlerine herhangi bir kupa götürememişler, Euro 88'i "şeytanın bacağını kırmak" için hedef seçmişlerdir. Oysa ki "yeşilli çocuklar" çok rahattılar, sadece üç haftadır hazırlanmaktaydılar ada komşuları ile yapacakları maça... Tarihlerinde ilk kez uluslarası bir turnuvaya katılacak olan İrlanda Cumhuriyeti "halkı"da çok gevşektir. Pek habersizdir ülkelerinin futboldaki makus tarihini değiştirecek Charlton'ın çocuklarının yapacaklarından. Turnuva öncesi kendi evlerinde Polonya ile yapılan hazırlık maçına 15 bin taraftar gelmiş, daha da fenası hocanın topçulara moral vermek için halka açık topladığı barda, "bir imza, iki fotoğraf" isteyen bile çıkmamıştır. Ama, "armanın peşinden" gitmek isteyenler de yok değildir 3 milyonluk ada ülkesinde.  Bu "çılgınlar" cüzdanları kontrol eder, bankalara yol alır, krediler çekilir ve "ver elini Almanya"... Tabii, Fransa'daki Avrupa Şampiyonasında havaalanında karşılaştığım yeni nesil gibi şanslı değildir babaları ve dedeleri, onlar arabalarıyla, feribotlarla günler süren yolculuk sonrası ancak başarırlar Stuttgart'ta bir yorgunluk birası içmeyi. Yorucu olsa da, bilinmeyen diyarlarda kaybolunsa da, tadı tuzu değil midir yolculuklar deplasmanların, en sıkı dostlukların kurulduğu, otobüs sohbetlerinin yapıldığı, yeni "bestelerin" ortaya çıktığı zamanlar ve herkesin kendi özel hikayesini yazdığı anlar...


"Bırakın turnuvadaki şansımızı, bize kendi ülkemizde bile İngiltere'ye karşı şans tanıyanlar azınlıktaydı. Herşeye kulak tıkayıp, madem turnuvaya katıldık, sahaya çıkıp elimizden geleni yapmak istedik" diye açıklıyordu Ray Houhghton 29 yıl önceki hislerini. "Ellerinden gelenin fazlasına" da ihtiyaçları vardı Gary Lineker, Chris Waddle, John Barnes, Peter Beardsley, Bryan Robson gibi  yıldızlardan kurulu "korkulacak" bir takımın karşısına çıkarken. Kağıt üstünde "kediydi" İngilizler ama oynadıkları üç maçta puan alamadan, 2 gol atıp 7 gol yiyerek turnuvadan "fare" gibi sıvıştılar. Spor yazarları da maçın favorisi olarak Bobby Robson'ın takımını görüyordu, forvetinde Lineker gibi Avrupa'nın en iyi golcüsünün olduğu bir ekip için kazanmak yemek içmek gibi doğaldır şeklinde röportajlar veriyorlardı. Daha da fazlası, Brian Clough'un maçtan bir gece evvel "video-konferansla" Jackie Charlton'a "Keyfinize bakın, rahatlayın, sahada da böyle rahat bekliyorum sizi" imalı lakırtılarına, hocanın "Evet, kimse bizden burada bir başarı beklemiyor ama neden bazılarını şaşırtmayalım"  cevabı "doğacak güneşi" müjdeler gibiydi.

Ve Neckarstadion'daki o tarihi gün gelip çatmış, geceden kalan İngilizler daha tribünlere giremeden skorbordda İrlanda Cumhuriyetinin 1-0 önde olduğu yazıyordu. Kevin Moran kendi yarı sahasından İngiltere kalesine doğru uzun bir top "şişirmiş", iki İngiliz savunmacı aynı topa yükselince birbirlerine toslamışlar ve boşta kalan meşin yuvarlağı Tony Galvin ceza sahasına doğru "kepçelemişti". İngilizlerin sakarlığı yine devam etmiş, Kenny Sansom tuhaf bir vuruşla topu havalandırınca John Aldridge kafayla bizim 8 numaraya asisti yapar ve Roy Houghton meşhur Adidas Tango ile tarihe imzasını atıverir. Peter Shilton şaşkın, İrlandalılar ise sevinçten deliye dönerler. Saha kenarında Charlton da sevinç ile şaşkınlık arası duygu gelgitileri yaşar, "Nasıl yani, gol mü attık şimdi? " dercesine kafasını kaşır... "Geriye yaslandık ve İngilizlere dedik ki, 'Evet, biz bir tane attık ve şimdi sıra sizde, gelin ve becerebiliyorsanız siz de bize bir gol atın" diye anımsıyor o kalan 84 dakikayı tecrübeli teknik adam, rakiplerinin de son dakikalarda şanssız olduklarını da itiraf etmeden geçemiyor. Yedikleri golün şokunu atlatmak Robson'ın öğrencileri için 45 dakikaya mal olur, ancak ikinci devre daha tehlikeli giderler yeşil-beyazlıların savunduğu kaleye ama bir türlü topu üç direk arasından geçirmeyi başaramaz Lineker ve arkadaşları. Onların kısmetsiz mi beceriksiz mi oldukları tartışılır da, koyu bir Katolik olan İrlanda kalecisi Packie Bonner'in maçtan evvel takım arkadaşlarına "okunmuş" kumaşlar verip, maçta bunları taktırması da ilahi gücü kendi tarafına çekmesi değil midir?


Maçın hakemi Siegfried Kirschen son düdüğü çaldığında ise düğün ve cenaze birlikte yaşanır, bir tarafta neye uğradıklarını hala anlamamış "bayat balık "bakışlı İngilizler, öte taraftan doksan dakika başarıyla kalelerini savunmanın mutluluğundaki İrlandalılar. "Hayatım boyunca aklımdan çıkmayacak bir andı, masaörümüz taraftara koşmuş, tribün önünde dizlerinin üstünde Tanrıya şükrederken, Kevin Moran'ın yorgunluktan ve susuzluktan ağzının etrafında beyaz köpükler oluşmuştu." diye Houghton anlatacaktır maç sonu coşkuyu ileriki günlerde.


İngiltere galibiyeti sonraki maçlar için "yeşil beyazlılara" büyük güven vermiş ve o gazla da Valeri Lobanovski'nin Rusya'sı önünde "harika" oynamışlar, öne geçmişler ama farkı arttıracak golleri bulamayınca sahadan 1-1 beraberlikle ayrılmışlardı. İngiltere maçının yıldızı Houghton'ın dediği gibi İngilizler onlara karşı ne kadar şanssızsa, kendileri de Ruslara karşı onun beş katı kadar kısmetsizdi. Bir de hakem gördüğünü çalmış olsaydı, belki de gruptan çıkacaktı İrlandalılar. Jackie Charlton'ın öğrencileri turnuvayı şampiyon olarak bitirecek olan Gullit ve van Basten'li Hollanda karşısında da Gelsenkirchen'de "kafa kafaya" mücadele etmiş, beraberliğin kendilerini gruptan çıkaracağı maçta bitime 7 dakika kala Kieft'in golüne engel olamayıp, ülkelerine dönmek zorunda kalmışlardı.


Almanya'ya gidişleri ne kadar suskunsa, Dublin havaalanına uçağın inmesiyle dönüşleri o kadar muhteşem olmuştu Ray Houghton ve arkadaşlarının. Binlerce İrlandalı ellerinde bayraklar milli topçularını karşılamaya gelmiş ve şampiyon edasıyla üstü açık otobüsle İngiltere destanı yazan kahramanlar şehri turlamıştı. "O günlerde sevinçliydik, coşkuluyduk ama neyi başardığımızın farkında değildik. Şimdi geriye baktığımda bu ülke futbolu adına ne kadar da büyük adım attığımızı anlıyorum" diye övünerek anlatıyor 88 yazındaki unutulmaz macerasını çocukluğumun kahramanı...

Hiç yorum yok:

Blog Widget by LinkWithin